3 Temmuz 2014 Perşembe

Hayy - Hu

Hayy’den gelen Hû’ya gider !.

Farkettim ki; dilimizi isti’mâl etmiyor, istihlâk ediyoruz. Yani, dilimizi kullanmıyor, onu tüketiyor eritip bitiriyoruz. Örneğin; “Haydan gelen huya”  gitmez amma “ Hayy’den gelen Hû’ya gider..”

Hayy’den gelen Hû’ya gider..” deyiminin, emek vermeden, hak etmeden, hatta gayrı meşrû yollarla kazanılan şeylerin fayda sağlamayacağı, kolayca elden çıkarılacağı, bir şekilde hebâ olacağını anlatmak için kullanılması, bu sözün başındaki “Hayy” ile âhirindeki “Hû” dan gafil olunması, bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı bu çağda hala Galat-ı meşhur’da ısrar edilmesi, pek de normal karşılanır bir davranış olmasa gerek..

Meselenin ve dilin erbâbı, tabirin imlâsından hemen fark etmiştir ki “Hayy” ve “Hû” ile kastedilen Allah’tır. Evet, atalarımız bu sözü söylemişlerdir ama “Allah’tan geldik, yine O’na döneceğiz” mânâsıyla, dünyanın fânîliği sadedinde bazan bir teslimiyet ve sabır halini, bazan bir ikazı, bazan da bir dileği ifade için.

Eskiden birisinin vefat haberi alındığında “ İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn ” denirdi. Bu ibâre Bakara Sûresi’nin 156. âyetinin son kısmıdır ve âyetin tamamında meâlen; “(Sabredenlerin) başlarına bir musibet geldiği zaman ‘Biz Allâh’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz’ derler.” buyurulmaktadır . Yani; “Hayy’den gelen Hû’ya gider” sözü, Bakara Sûresi’ndeki âyetin farklı kelimelerle tekrarıdır; evvelemirde sabra ve tevekküle davet ederek teselli maksadıyla söylenebilir.

Bu deyimde Allah’ın esmâ ve sıfatları arasından “ Hayy ” ve “Hû” özellikle seçilmiş, düzen içinde böyle yerleştirilmiştir. “ Hayy ”, Esmâ -i Hüsnâ’dandır. Bazen Allah’ın subûtî sıfatlarından “Hayat” yerine kullanıldığı da olur. “Ezelî ve ebedî diri, başlangıcı ve sonu olmayan hayat sahibi” demektir. Dünyaya gelişimiz “hayat bulmak”la imkân sahasına çıktığı için birçok isim arasından Hayy ismi seçilip “gelmek” fiiline menşe yapılarak özellikle deyimin başına konmuştur. Böylece hem bu dünyadaki canlılığımızın Allah’ın hayat sıfatının bir tecellisi olduğu, hem de yine bu tecellî keyfiyetinden dolayı bizim hayatımız yahut diriliğimizin “ mecazî ” olduğu anlatılmak istenmiştir. Eskiden Karagöz oynatanların gösterilerine “ Hayy Hak!” nidasıyla başlamalarının sebebi de budur. Bu nida, oyunu seyre gelenlere “Gerçek hayat sahibi ancak Hak Teâlâ’dır. Bizim hayatımız Allah’a nispetle bir gölge oyunu hükmündedir; muayyendir. Üstelik canlı olduğumuz zehabını doğuran fiillerin yaratıcısı, insanın kendisi değildir.” fikrini ihsâs eder.

Vâde tamam olunca Allah’a döneceğiz. “ Hayy’den gelen Hû’ya gider” deyiminde gidilecek merci’ herhangi bir isimle değil “ hû ” zamiriyle anılmış. Arapça’da üçüncü tekil şahsı ifade eden “ hû ” zamiri hem Allah’ın zât ismi yerine kullanılarak bir sırriyyeti, hem de bütün ilâhî esmâ, sıfat ve fiilleri meczeden bir vahdeti yansıtır. Nitekim öldükten sonra Cenâb -ı Hakk’ın hangi isim yahut sıfatıyla mukabele göreceğimiz meçhulümüzdür.

Hayy zikriyle kalbini canlandırıp yola koyulan salik, yol boyunca hangi müşkili varsa ona deva olacak esmâ ile seyrini sürdürür. Sonunda “ Hû”ya vâsıl olacaktır. “Hû”, zikrin en faziletlisidir. Zira Allah, bu zikirde herhangi bir şey taleb edilmeden anılmaktadır. Halbuki meselâ Rezzâk ismiyle mâişet, Şâfî ismiyle şifa umulmaktadır. Hû ismiyle hem bütün dünyevî taleplerin aşıldığı hem de yalnız O’nun zâtının istendiği izhar edilmiş olur.


Şimdi, “Hayy’den gelen Hû’ya gider” tabirinin taşıdığı niyet, mânâ yoğunluğu, tanzimindeki dikkat ve incelik ile bizim bu söze yüklediğimiz çirkin mânâ arasındaki korkunç tezadı nasıl izah etmeli? Acaba “Âlim” “Habîr” ve “Müntakîm” olan Allah aslında bugün neye inandığımızı, nasıl yaşadığımızı böylece ( zımnen) ikrâr mı ettiriyor bize?

16 Haziran 2014 Pazartesi

Hoşgeldin Ekmeleddin !..

CHP ve MHP’nin çatı Cumhurbaşkanı adayı eski İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu oldu.

Bir görüşe göre; MHP ve CHP' nin çatı adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu' nu seçmeleri, ortak adaylarının aslında dolaylı da olsa Erdoğan olduğu anlamına geliyor.. Halka, Ekmeleddin İhsanoğlu' nun kim olduğunu anlatana kadar, Erdoğan çoktan Üsküdar' ı geçer. Amacın, aynı kanattan birini çıkarıp RTE'nin oyunu bölmek olduğu ve CHP' nin, Erdoğan olmasın da kim olursa olsun gibi bir yaklaşım sergilediği görülüyor ama bundan CHP' nin ne kazanacağı merak konusu.

MHP' de Murat Başesgioğlu ve CHP' de Yılmaz Büyükerşen isimleri telaffuz edilirken ve bu isimler partileri yönünden güçlü adaylar da olduğu halde ne oldu da hiç beklenmedik birisi son bir hafta içinde öne çıkıp çatı adayı oldu?   

Kimdir bu Ekmeleddin İhsanoğlu ve neden her iki parti tarafından ortak aday olarak seçilmiştir ?

Ekmeleddin İhsanoğlu, 1943 yılında Kahire'de doğdu. Mısır Ayn Şems Üniversitesi Fen Fakültesi'nden mezun olduktan sonra El-Ezher Üniversitesi'nde akademik hayata başladı. Türk kültürünü küçük yaşta aile çevresinde tanıyan İhsanoğlu, Kahire Milli Kütüphanesi'nde ve Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Osmanlı kültürü ve edebiyatı ile ilgili araştırma ve eğitim çalışmaları yaptı. 1974'te Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'nde doktorasını tamamladıktan sonra, İngiltere'de Exeter Üniversitesi'nde doktora sonrası çalışmalar yaptı. İslâm ve Batı kültürüyle yakından teması olan İhsanoğlu, 1984'te profesör oldu. Bilim tarihi, Türk kültürü, İslam dünyası hakkında değişik dillerde çok sayıda eseri mevcuttur.

1 Ocak 2005'ten bu yana İKÖ başkanlığını sürdürür. Örgütün, seçimle göreve gelen ilk genel sekreteri ve ilk Türk genel sekreteri olma özelliklerini taşır; evli ve 3 çocuk babasıdır.

Peki neden aday olarak seçilmiştir ?

Ekmeleddin İhsanoğlu' nun eski İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreteri olduğunu söylemiştik. Yani; ABD'nin, Suudi Arabistan başta olmak üzere şu an itibariyle de Mısır darbesini savunarak yanında yer alan, IŞİD'i büyük bir tehlike ve Müslümanlık dışı bir örgütlenme olarak değerlendiren bir kurumun açıkça destekleyeceği bir isim olduğu  söylenebilir.

Hatırlayacak olursak, Mısır darbesi sürecinde, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Başbakan Erdoğan arasında sert tartışmalar yaşanmış, İhsanoğlu, AKP politikalarının en acil şekilde (radikal) İslamcı hareketler olarak değerlendirilebilecek oluşumları desteklemeyi bırakmasını ve demokrasiden yana olan Müslüman ülkelerle ittifak içerisine girilmesini istemişti. Hatta Mısır darbesinin kendisinin haklılığını ortaya çıkardığını söylemesi, başta Erdoğan olmak üzere AKP kurmayları tarafından da sert bir şekilde eleştirilmişti.

Toparlayacak olursak, Ekmeleddin İhsanoğlu, aylardır üzerinde tartışılan çatı aday özelliklerini bünyesinde barındıran bir şahsiyete sahip. Demokrat/laik bir kişilik olmasının yanısıra, hem Arap hem de Türk -İslam sentezini aynı anda savunan bir duruşu var.

Bu değerlere, ABD' nin ve Neoconlar' ın onayı da eklendiğinde neden Ekmeleddin İhsanoğlu isminin seçildiği daha iyi anlaşılacaktır. MHP ve Devlet Bahçeli tarafından da yadsınamayacak olan bu değerler sebebiyle iki parti arasında ortak bir payda çıkması doğaldır. Üstelik her iki genel başkanın da koltuk kaygısı gütmesi sebebiyle Başesgioğlu ve Büyükerşen isimlerinin çizilmiş olması da kendi menfaatleri icabıdır.

Bunun dışında Ekmeleddin İhsanoğlu, bir anlamda Başbakan Erdoğan ile aynı kaynaktan beslenmesi sebebiyle, Erdoğan'ın alışılagelmiş seçim politikasını ve "bu asker, bu darbeci, bu Atatürk ismini kullananlardan, bu Müslüman değil, bu İslam karşıtı, bu ne anlar, bu kim ki ?" gibi ezberlerini de bozacak olan tek isim olarak kabul edildiğinden tahminlerin ötesinde hararetli bir seçim olma ihtimali de söz konusu olabilir. 

21 Mayıs 2014 Çarşamba

CHP: Bir Bilinmeyenli Denklem

Dün bir sosyal paylaşım sitesinde “ Metin Feyzioğlu için CHP' nin başına geçecek diyorlar zaman zaman.. Hatta CHP kurmaylarından bazıları da mevcut statükoyu korumak adına kendince bunu engellemek adına açıklamalar falan yapıyor ( Danıştay sonrası F. Loğoğlu' nun açıklamaları gibi ya da zaman zaman CHP üst kademesinden yükselen sesler gibi).. Sn. Metin Feyzioğlu benim okul, hatta sınıf arkadaşımdır.. Kendisini severim.. Bu yüzden kendisine CHP gibi fasit bir döngünün içine girmiş, ne yaptığını kendisi dahi bilmeyen, istifa şovu gibi saçma sapan ve milleti salak yerine koymaya çalışan çıkışlar yapan, uzaması imkan dahilinde olmayan hatta kısalan bir partinin genel başkanlığını asla yakıştıramam. 30 Mart seçimleri de göstermiştir ki; AKP nin ölüsü bile CHP nin dirisinden daha çok oy almaktadır. Hatta CHP, MHP nin ve cemaatin desteğini alarak dahi bir arpa boyu yol ilerleyememektedir.. CHP yönetiminin bu sorunun çözümü konusunda en ufak bir gayretleri olmadığı gibi görünen o ki; niyetleri de yoktur.. SOMA olayları ve sonrasında yaşananlar da bunu göstermektedir.. Kısacası; Sayın Metin Feyzioğlu kendisi ve ülkesi için hayırlı bir iş yapacağım diyorsa, yeni ufuklara yelken açmak, Merkez sol ve sağı birleştirebilecek yeni bir alternatifler üretmek zorundadır.. Bu konuya dair daha geniş açıklamaları içerir köşeyazımı yarın okuyabilirsiniz..” demiştim.

Bu paylaşımdan sonra olumlu ve olumsuz pek çok eleştiri aldım.. Ancak bu eleştirilerden iki tanesi hariç geriye kalanların tamamı Metin Feyzioğlu’ nun şahsına ilişkin eleştirilerdi.. Oysa bu paylaşıma dikkatlice bakıldığında Metin Feyzioğlu’ ndan daha çok CHP’ ye ilişkin olduğu, yazının ana ekseninde CHP’ nin olduğu ve Metin Feyzioğlu’ nun sadece mevcut CHP konusunda uyarıldığı/tavsiyede bulunulduğu açıkça görülüyor..

Yazının ana ekseninde CHP olduğu halde, sadece CHP ye ilişkin olan iki eleştiriden bir tanesi maalesef tamamen yazının yanlış okunmasından kaynaklanan diğeri de savunma amacıyla yapılan değerlendirmelerden ibaretti..

Peki yazı bu minvalde olduğu halde neden eleştirilerin çoğu kuruma değil de kişiye yönelik oluyor? Bu sorunun cevabı aslında Türk siyasi hayatında pek çok sorunun çözümünü/cevabını da beraberinde getirecektir. İnsan odaklı, sığ ve küçük perspektifli eleştirilerden, kurumsal odaklı ve geniş açılı eleştiriye geçilmesinin gerekli olduğu; birinci tür eleştirinin devamı halinde esastan tamamen uzaklaşılacağı, hiçbir sonuca varmayan ve bugünkü düzeni aynen devam ettirecek fasit bir daire içinde kalınacağı yazıya yönelik eleştirilerden de anlaşılıyor.. Üstelik bu eleştirileri yapanların % 99 unun hukuk mezunu, avukat yani entelektüel kesimden insanlar oluşu tablonun vehametini daha da arttırıyor..

Gerek 30 Mart seçimleri öncesinde gerekse seçim sonrası yazılarımda; “AKP nin bugünkü haline gelmesinde asıl payın muhalefet partilerinde olduğunu; Gezi olaylarına, sonrasında yaşananlara, 17 Aralık Operasyonu'na ve özellikle her gün bir yenisi çıkan "Tape"lere rağmen AKP’ nin birçok ilde ve özellikle Büyükşehir Belediye Başkanlıkları’nın büyük bir kısmında birinci parti olma niteliğini nasıl hala koruduğunu sormuş ve sorunun iktidar partisinin karşısında durabilecek sağlam bir muhalefetin olmayışından kaynaklandığını, muhalefetin iktidar olma gibi bir amaç gütmediğini” anlatmıştım..    

“Madem ki; muhalefet partileri bu durumdan, siyasetteki ve Meclis' teki yozlaşmadan, kokuşmadan, bu derece rahatsızdır, o zaman hep birlikte sine-i millete dönmeli ve bu seçimleri gerçekten yerel seçim yerine olağanüstü bir genel seçime dönüştürmelidir. Muhalefetin olmadığı bir mecliste, AKP' nin bile tek başına durma ihtimalinin bulunmadığı açıkken, muhalefet partilerinin bundan imtina etmeleri, aslında mevcut düzenden kendilerinin de çok fazla rahatsız olmadıklarını, sadece bundan istifadeyle oy oranları ve sandalye sayılarını artırma ve bu suretle olası bir koalisyonda yer alma amacı güttüklerini göstermektedir, muhalefet partileri bu zamana kadarki tavırlarından vazgeçmemişler, bunca olaya ve delile rağmen hala eski siyaset anlayışını sürdürmüşler ve söylemlerinde dahi hiçbir değişiklik yapmamışlardır. …..” demiştim..

Son günler de CHP'li vekillerin güya 'istifa hareketine' AK Parti'den gelen tepkiler, bu görüşümdeki haklılığın bir göstergesidir. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz bu hareket üzerine, "Bu millet CHP'ye mecliste muhalefet etsin diye oy vermiştir. CHP'nin toplu istifa etmeyi düşünmesi milletin verdiği görevi yerine getirmekten aciz olduğunun göstergesidir. Yani siyasi beceriksizliğinin kabulüdür" değerlendirmesinde bulunmuş.. Yani AKP, mevcut CHP den değil, istifa etmiş CHP den korkmaktadır. Diğer bir deyişle CHP’ nin dirisi değil, ölüsü korkutucudur.. Ancak boşuna korkmalarına gerek yok zira ne CHP milletvekilleri ne de CHP nin genel başkanında zaten böyle bir istifa niyeti ve çabası yoktur. Bu durum aslında bir bakıma bu memlekette istifa etmenin onurlu ve erdemli bir davranış olarak görülmesi yerine beceriksizlik ve suçu kabullenmek olarak yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.

Ancak; son günlerde yaşanan olaylar göstermektedir ki; CHP siyasi bir tavır olarak sine-i millete dönmek yerine şark kurnazlığı yapmaya kalkmaktadır.  Sabahat Akkiraz’ ın güya istifa çıkışı ve Kemal Kılıçdaroğlu’ nun bunu kabul etmeyişi de bu Şark kurnazlığının bir yansımasıdır. Güya bu ikili bu manevrayla oy oranlarını arttırabileceklerini ve muhalefet duruşu sergilediklerini sanmaktadır. İyiniyetli bir yaklaşımla seçildiği günden bu yana toplamda sadece 5 kez TBMM’ ne gelen Sabahat Akkiraz’ ın, istifa dilekçesini TBMM Başkanlığı yerine CHP’ ye sunmasını, cahilliğinden kaynaklanan bir durum olarak görebiliriz; ancak CHP Genel Başkanı’ nın bu dilekçenin ait olduğu yerin kendisi değil de Meclis Başkanlığı olduğunu bilmediğini düşünemeyiz. Bu nedenle Sabahat Akkiraz’ ın, - artık dilekçenin nereye verilmesi gerektiğini de öğrendiğine göre - şayet gerçekten onurlu ve erdemli bir davranışta bulunacaksa istifasının arkasında durup dilekçesini Meclis Başkanlığı’ na vermesini bekliyoruz ve bugünden itibaren saymaya başlıyoruz.

Bekliyoruz ama sonucu siz de biliyorsunuz aslında.  O yüzden Şark kurnazlarına prim vermeye devam mı edeceğiz diye artık kendimizi sorgulama zamanının geldiğini düşünüyorum..


Saygılarımla..      

20 Nisan 2014 Pazar

Güzellik ve Ahenk

Güzellik, bir canlının, somut bir nesnenin veya soyut bir kavramın algısal bir haz duyumsatan; hoşnutluk veren hususiyetidir. Güzellik, estetiğin, toplumbilimin, toplumsal ruhbiliminin ve kültürün bir parçası olarak incelenir.

Gözle görülen nesneler (güzel bir yüz, güzel bir bina gibi), kulakla işitilen bir müzik, dil ile tadılan bir yemek, koklanan bir çiçeğin kokusu gibi beş duyu ile algılananlar yanında, güzel ahlak gibi soyut kavramlar da güzellikle ilgilidir.

Felsefedeki estetik yaklaşımda ruhbilimsel güzellik tanımı tarihte felsefenin incelediği bir konu ve felsefenin temel dallarından bir olmuş, değişik çağlarda filozoflar güzelliğe farklı tanımlar getirmişlerdir.

Eski Yunan filozoflarından Plotinus güzelliği “ ilahi aklın eşya alemindeki ışıltısı ” olarak tanımlamıştır.

19. yüzyılda Alman filozof Hegel' e göre güzellik, “ tabiatın kendisinin bütünündeki Mutlak Ruhun görüntüsüdür.”

Kant, güzelliğin sübjektifliğini vurgulamış, ancak onun sadece duyumsama ile ilgili değil kişinin güzel ve çirkin ile ilgili yargılarının sonucu olduğunu ortaya koymuştur.

Güzel olanın bakılana değil bakana göre belirlendiği, öznel olduğu yaklaşımına karşılık; bir başka yaklaşım, güzelliğin tanımını, bakana değil bakılana özgü olan ve simetri, oran gibi tartışılmaz matematik formüllere bağlanmış bir kurallar dizgesi olduğunu savunan, fenomenik güzellik tanımıyla açıklamıştır. 

Felsefe disiplininde güzelliği ve tabiatını anlamanın anahtar temalarından biri estetiktir. Yunanca duygu, duyum ve algı anlamlarına gelir. Felsefede doğruluğu temel alan mantığın ve iyiliği temel alan ahlakın yanında üçüncü inceleme alanı güzelliği temel alan estetiktir.

Güzellik meselesi üzerine Alman felsefesi ve özellikle Alman Romantizmi ile birlikte belirgin bir teorik gelişme döneminin başladığı söylenebilir. Estetik termini ilk olarak Alman Filozof Alexander Gottlieb Baumgarten, aynı isimli kitabında kullanmıştır.

Estetik kuramıyla bu konuda söz sahibi olan filozof Immanuel Kant, güzelliğin hem öznel hem de nesnel niteliklere sahip olduğunu kaydetmiştir. Buna göre " güzellik, sonsuzun sonlu olarak kendini göstermesidir "Kant, güzellik deneyimini vurgular; burada özne ya da nesneden öte, deneyimin kendisi önemsenir. Çünkü Kant için güzellik, farklı bir felsefi kategori olarak, nesnelerin duyusal görünümleridir ve duyusallık bu anlamda deneyimle ilintilidir.

Hegel de güzelliği bir idea olarak değerlendirmiştir. Bu düşüncede güzellik -doğruluk ilişkisi bir özdeşlik olarak ele alınmaktadır. Güzellik, idea'nın bir sanat yapıtı olarak gerçekleşmesidir. Hegel' e göre tabiatın kendisi mutlak ruhun bir yansımasıdır ve duyular ile algılanan aslında maddeden ayrılmış olan mutlak ruhun kendisidir.

Güzellik kavramının nesnel mi yoksa öznel temelli mi olduğu süre giden bir tartışma konusudur. Estetik gerçekçiliğin güzelliği belirlediğini ve nesnel olduğunu savunanlar objedeki simetrinin, Altın Oran'a uygunluğun ve Fibonacci Serisine göre dizilişin tabiatta varlığını savunurlar. Estetik öznelciliğin ağır bastığını vurgulayanlar ise tarih boyunca güzel diye tanıtılan insanların vasıflarının zaman içinde ne kadar farklılaştığını ortaya koyarlar. Güzel denilenin dış etkenlere göre nasıl değişiklik gösterdiğini irdelerler.

Güzelliğin varlık alanı ile bakışın bununla ilişkisi sorunu, estetik kuramların önemle üzerinde durdukları temel meselelerden biridir. Güzellik ve Doğruluk, Güzellik ve İyilik, Güzellik ve Yücelik, güzel ile ilişkili olarak değerlendirilen öteki konu başlıklarının bazılarıdır. Güzel, güzel olan, ve güzellik gibi kavramlar üzerine Platon'dan beri süregelen birtakım tartışma ve değerlendirmeler söz konusu olmakla birlikte, felsefe-içinde güzellik kuramı gibi çok geliştirilmiş bir alan yoktur. Platon, güzelliğin mutlak olduğunu ideal bir güzelliğin var olması gerektiğini açıklar. Buna göre, güzellik, duyumların ötesinde varolan ve tek tek güzellik duyumlarını şekillendiren bir idea'dır. Plotinus' a göre güzellik, ilahi akıl'ın dünyadaki yansımasıdır. Aristo, "güzel olan, salt kendisi için arzulanabilir olandır" demektedir. Ayrıca ona göre, güzellik matematiksel bir orantı gibi ele alınır. Güzel olan kavranabilir olmalıdır ve bu da oran ve ölçü ile ilgilidir.

Güzelliğin batı teorisindeki en erken tanımı Socrates (Sokrat) öncesi dönemden İyonyalı Pythagoras (Pisagor) gibi düşünürlerin çalışmalarında yer bulur. Pisagor' cu okul, matematik ve güzellik arasında güçlü bir bağ olduğunu keşfetmişti. Bilhassa, nesnelerin altın oran'a göre oranlandığında daha çekici göründüğünü kaydettiler. Antik Batı Anadolu ve Atina mimarisi, bu simetri ve oran görüşüne dayanmaktaydı. Modern araştırmacılar altın orana göre ölçülendirilmiş ve simetrik olan insan yüzlerinin olmayanlarınkinden daha çekici olduğunu belirtirler.

Ahenk kelimesi ise genel anlamda uyum, uyuşma, anlaşma veya armoni anlamında kullanılmaktadır. Armoni kelimesi Latince " harmos " (bağlantı) kelimesinden türetilmiştir. Fransızca harmonie sözcüğünün Türkçe' ye uyarlanması ile " armoni " şeklini almıştır. Edebiyat terimi olarak (Osmanlıca)'da uyum veya ahenk anlamlarındadır.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde sadece bir müzik terimi olarak, iki veya daha çok sesin aynı anda kulağa hoş gelecek biçimdeki uyumu, harmoni şeklinde anlamlandırılmıştır. Günlük hayatta sadece müzik terimi olarak kullanılmayıp, dilde uyum ve ahenk olarak ifade edilebilecek kavramların yerine gereksiz biçimde kullanılmaktadır.

Kanımca; TDK sözlüğünde iki veya daha çok sesin aynı anda kulağa hoş gelecek biçimdeki uyumu sadece bir müzik terimi olarak kullanılsa da ses kelimesi yerine söz veya fikir kelimesi konulması halinde de sonucun değişmeyeceği ve buradaki uyumun da kulağa, göze ve gönüle hoş geleceği şüphesizdir.

Güzellik insanlar arasında ahenk sağladığı gibi; tersten yola çıkıldığında da maddedeki renk, ahenk ve çekicilik, " güzellik " kavramını yaratır. Olgun insanların vardıkları sonuç şudur: Dış güzellik geçicidir; önemli olan ruh güzelliğidir. İnsanlar çabalarını biraz da içlerini güzelleştirmeye sarf etseler insanlığın önemli bir meselesi halledilmiş olur.

Ruh güzelliği derken, erdemlerin tümü demek olan " fazileti ” kastediyoruz. Fazilet, insanın içine tahtını kurdu mu bir daha hiç inmez; o insanı yükseltir, yüceltir. Oysa fiziki güzellik geçicidir. Dış güzellikler kaza, yaşlılık gibi türlü nedenlerle bozulabilir. Fiziki güzelliğin ardında kaprisli ve hırçın bir ruh varsa, o insan, artık saltanatını yitirmiş demektir. Oysa ruhi güzellikler hiçbir zaman ölmez ve yıpranmaz. Bütün yaşamı boyunca insanı gözde ve üstün kılar.

“ Güzellik insanlar arasında ahenk sağlasın ” cümlesinde kastedilen güzellik öznel bir güzelliktir. Burada kastedilen beş duyu ile algılanan, herkesin ortak belirleyebileceği nesnel ölçüleri olan bir güzellik değildir. Kaldı ki herkesin güzel bulabileceği ortak bir güzel idesi yaratılamayacağından insanlar arasında ahenk yaratacak şekilde bir uyumdan söz edilemez. İnsanlar arasında Ahenk olabilmesi için ortak bir düşünce temelinde sıralanmaya ve insanları bir arada tutacak bir kaynaştırıcı mozaiğe ihtiyaç vardır. Bu durumda ahenk yaratacak salt güzellik idesi olmayacaktır. Burada kastedilen ruh güzelliğidir. Ancak güzel ahlaklı ve erdemli bir ruhun yaratacağı güzellik yaydığı ışıkla insanları sarabilir, onları doğruluk ve erdemin içinde sıralayarak bir ahenk oluşturabilir.

One Minute ve İsrail ile varılan anlaşma üzerine

2011 yılı Temmuz’unda, Barcelona’da, otel odasında bir belgesel izliyordum.. Yeni sonuçlanan bir genetik araştırmadan bahsediyordu.. İtalyanlar üzerinde yapılan bir araştırmaya göre erkekleri % 97 - 98 oranında Türklerle, kadınları ise aynı oranda Suriyelilerle akrabaydı. Daha önce de Etrüskler dolayısıyla İtalyanlarla akrabalık bağımızın oluştuğunu ve “İtalyanlar bize benziyor” lafının boşuna söylenmediğini, aramızda Akdenizli olmamızın ötesinde bir bağın olduğunu bir yerlerde okumuştum; bu araştırmayla da bunun kesinlik kazandığını görmek ve bunu bir İspanyol kanalında izlemek oldukça şaşırtıcıydı..

Bu tespit bana başka bir olayı çağrıştırmıştı. Montaigne’in, Makaleler adlı eserinde; “Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmet, Papa II. Pius'a gönderdiği mektubunda, Türklerin, Troyalılar soyundan geldiklerini ve Hektor'un öcünü almanın Türklerin sorumluluğunu olduğunu yazmıştır” diyerek, Fatih’ in, Truva’ dan kaçanlar tarafından kurulduğuna inanılan İtalya’ da hüküm süren Papa’ nın, akrabaları olabilecek Türkler yerine neden Yunanlılara yardım ettiğini anlayamadığını sorduğunu yazması da genetik tarihin ilginç rastlantılarından biri olmuştu.

Buna benzer bir şaşkınlığı, Musevilik ve Yahudilik tarihini araştırırken, bugün İsrail’ de yaşayan Musevilerin büyük çoğunluğunun Türklerle akraba olduklarını, aslında İsrail’ e şu veya bu sebeple kızarken aslında kendi ırkımızdan olan insanlarla kavga ettiğimizi öğrendiğimde yaşamıştım..

Efendim olay, Hazar Kağanlığı’ na dayanıyor.. Hazar Kağanlığı, 7. ve 11. yüzyıllar arasında Hazar Denizi'nin çevresinde; Van Gölü'nden, Karadeniz kıyılarından, Kiev'e; Aral Gölü'nden,  Macaristan’ a kadar olan geniş topraklarda hüküm sürmüş ve  Doğu Avrupa'da düzen kurmuş bir Türk devletidir. Bazı bilim adamlarına göre "Hazar" adı "gezgin" anlamına gelen ( -kaz) kökü ve "adam" anlamına gelen (-er) ekinden türetilmiştir.  Kaz-ar; gezer yani serbest dolaşan, bir yere bağlı olmayan anlamına gelmektedir. Hazarların bir süre Büyük Hun Devleti'ne bağlı kavimler arasında bulunmuş olmaları ihtimali olup 586’dan sonraki Bizans kaynaklarında Hazarlar, "Türkler" olarak geçmektedir.

İslamiyet'ten önce Türklerin tamamına yakını Tengrici ( Şamanist) olmasına rağmen Hazar Kağanı ve yönetim kademesindeki Türklerin çoğu 740'lı yıllarda, Arap baskısıyla gelen Müslümanlık ile Bizans’ tan gelen Hristiyanlık arasında kalmamak adına başka bir semavi din olan Museviliği benimsemiştir. Birkaç akademisyen, Hazar Türkleri’ nin birçok Doğu Avrupa  ve  Rus Yahudisi' nin ataları olduğunu düşünmektedir. Tüm bunların yanı sıra Hazarlar dini toleransın yaygın olduğu ve Paganizmin de serbestçe yayıldığı bir toplumdu.

Hazarlar' ın etnik kökeni hakkında kesin bir kanıt olmamakla beraber bu konuda araştırma yapmış bazı SSCB'li tarihçilere göre, Kuzey Kafkasya' nın yerli halklarından biridir. D.M. Dunlop  adlı araştırmacı Hazarların, Uygur soyundan geldiğini kabul etmiş, Peter Golden isimli başka bir araştırmacı ise, Hazarlar ile Uygurlar arasında bir bağlantı kurmanın mümkün olmadığını ve gerçek bağlantının Ogurlar arasında var olduğunu belirterek Dunlop' a karşı çıkmıştır.  Eski Rus kayıtlarında Hazarlar "Beyaz Ugriler", Macarlar da "Kara Ugriler" olarak anılmaktaydı. Hazarca' nın, eski Türk dili ve Uygurca' nın etkisinde kalmış,  Hunca ve  Bolgarca  gibi  Türk lehçelerinin Oğur öbeğine bağlı bir lehçe olduğu görüşünde birleşen araştırmacılar da vardır.

Hazar Türkleri Yahudi değil Musevidir. Yani bunların ırk olarak Sami ırkından olan İsrailoğulları ile hiçbir ilgileri yoktur. Hazarlar, Museviliği, özellikle yine Türk kökenli olan Kafkasya’ da Dağıstan ve Harezm Bölgesi’ nde yaşayan Musevileşmiş yerlilerden öğrendiler. Yapılan araştırmalarda buralarda nüfus olarak önemli olmasa da dini-kültürel varlıkları nedeniyle önemli bir Musevi inananları topluluğu bulunmakta olduğu anlaşılıyor. Bu toplulukların da ırken Yahudi olma olasılıkları bulunmamaktadır. Öte yandan Hazar Türklerinin alfabe olarak Orhun alfabesini kullandığını biliyoruz. Hazar Musevilerinin başlangıçta Musevilik metinlerini Orhun Alfabesini kullanarak yazdıkları biliniyor. Bu gerçek de bize Museviliğe ait Orhun alfabesiyle yazılmış metinlerin varlığını ve bir Türk Museviliğinin, Hazarlar öncesinde de var olduğunu gösteriyor.

Öte yandan Karay Musevi Türkleri ile Yahudiler arasında var olan inanış farkları, farklı etnik ve kültürel kökenlerin kanıtıdır. Bir diğer kanıt da İstanbul'da Hazar kökenli Museviler ile Bizans'ın yerlisi Yahudiler arasında yüzyıllarca süren dini kavgalardır. Ne yazık ki bu kavgayı sonunda Türk kökenli Museviler kaybetmiş ve onlara ait sinagoglardan ancak bir tanesi günümüze ulaşabilmiştir. Yazılı eserler ise henüz ortada yoktur.

Bu söylediklerimizin doğruluğunu, özelikle Aşkenaz Musevilere ait genetik araştırmalarda DNA yapılarının, İsrailoğlu kökenli Yahudilere değil, Türk kökenlilere yakın sonuçlar verdiğinin ortaya çıkması göstermektedir. Bu çalışmalarda, Kürtleşmişlerin (Kürtlerle karışmış Yahudiler) bir bölümü bile, İsrailoğulları' na ( Sami kökenli Museviler), Aşkenazlardan çok çok daha yakın DNA özelliklerine sahip bulunmuştur. Önasya' nın dağlarında mahsur kalıp, kendilerini herkesten saklayan İsrailoğlu kökenli Yahudilerin, bölge ve kültür yakınlıkları nedeniyle son bin yılda Kürtleşmişlerle değil de ondan çok daha önce Kırmanç - Sorani topluluklarıyla karışmış olması ve onların arasında gerek dini gerekse kültürel olarak asimile olup yok olmuş olmaları daha mümkün görünmektedir.

Hazarlarda Museviliğin oynadığı rol ne yazık ki Hazar Türkleri için çok da hayırlı olmamıştır. Macarların Hıristiyan olması ve hatta ondan da önce kimi Ön-Türk topluluklarının Slavlaşmasına yol açan, Ön-Türkler arasında Hıristiyanlığın yayılması, bir de Museviliğin ortaya çıkmasıyla daha bir sağlamlaşmış olmalıdır. İslam, Türkler arasında sürecek bir yerleşik - göçer ayrılığı doğururken, bundan önce aynı örneği Hıristiyanlık ve Musevilik sergilemiştir. Dolayısıyla Türk Dünyası, Şamanizm, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet yüzünden birbirlerinden tamamen ayrılmıştır.

Hazarlı Türklerin ve diğer dinleri seçmiş Türklerin, mesela Hıristiyan Naymanlar, Hıristiyan Kossaklar, Budist Çinlileşmişler gibi daha birçok topluluğun tarihi, Türklerin gözü önünden uzun süredir kaçırılmış, ancak son yıllarda genel bilgilenme düzeyinde yükselme ile bu aşılmıştır. İslamiyet’ in, Kavimci anlayış yerine Ümmetçi anlayışı benimsemesi sebebiyle, Türk Tarihi, kimilerince neredeyse Türkler’ in İslam olmalarından sonra başlatılmakta, İslam öncesi Türk Tarihi gerçekten araştırılmak yerine Dede Korkut Masalları ve efsanelerle açıklanmaya çalışılmaktadır.   

ABD’de bulunan John Hopkins Üniversitesi’nde görevli genbilim uzmanı Eran Elhaik, Aşkenaz Yahudilerinin Hazar kökenli olduğu tezinin daha geçerli olduğunu öne sürmüştür. “Genome Biology and Evolution” adlı dergide “Avrupa Yahudilerinin Soyunun Kayıp Halkası: Ren ve Hazar Hipotezlerinin Karşılaştırılması” başlıklı bir çalışma yayımlayan Elhaik, sekizi Yahudi, 74’üyse Yahudi olmayan gruplardan gelen 1.287 kişinin gen analizini coğrafi ve tarihsel göç yolları açısından değerlendirmiştir.

Bilim dünyasında büyük yankı uyandıran araştırmada, Aşkenaz Yahudilerinin asıl kökeninin, Miladi takvime göre tarihin başlangıcına yakın bir dönemde Hazar bölgesine yerleşen Türk boyları olduğu ortaya konulmuştur. Elhaik’e göre bu nüfusun bir kısmı sekizinci yüzyılda Yahudiliğe geçmiş ve “Hazar Tezi” ni oluşturan göç yollarını kullanarak, Hazar Denizi’ nin kuzeyinden Avrupa kıtasına doğru ilerlemiştir.

Tüm Yahudi nüfusunun büyük bölümünü oluşturan Aşkenazlarla ilgili daha yaygın olan “Ren Tezi”ne göre ise aslında Filistin’de yaşayan Yahudiler, Müslümanların bu bölgeyi işgal etmesi nedeniyle yedinci yüzyıldan başlayarak, Akdeniz yoluyla kaçmış ve önce Güney Avrupa’ya, İtalya ve İspanya gibi ülkelere sonra da Ren Nehri kıyılarına, yani şimdiki Almanya’ya yerleşmiştir. Bu tez, İsrail’ in de desteklediği, Siyonist amaçlı tez olup Eran Elhaik, genetik göstergelerin bu tezi desteklemediğinin altını çizmiştir. Elhaik’e göre Avrupa Yahudileri, salt Sami kökenli olmayıp Yakın Doğu, Kafkas, Avrupa ve Sami soylarının genlerinin karışımından oluşmaktadır. Bu veriler de, “Hazar Tezi”ni desteklemektedir.

    Görüleceği gibi genetik araştırmaların tamamı yabancılar tarafından yapılmış olup bu araştırmalar, Türkiye’de ve Türkler tarafından yapılmadığı sürece her zaman şüpheyle karşılanmalıdır. Orta Avrupa Musevilerinin içinde küçük de olsa Sami asıllı olanlar vardır. Buna rağmen genetik haritalar dikkatle gözden geçirildiğinde görülmektedir ki; Sami asıllı Yahudiler ile Aşkenaz asıllı Museviler aynı genetik bölgede bulunmamaktadır. Aşkenazların Anadolu Türklerine yakın olduğu apaçık ortadadır. Armanların, Kürtlerin (ki burada biz biliyoruz ki Kürtleşmişler söz konusu) ve hatta Suriye ve Lübnanlıların da genetik haritada bu bölgede bulunması ise bir Akdenizliliğe işaret etmemekte, bu toplulukların Türklerle genetik akrabalığına işaret etmektedir. Suriye ve Lübnan'ın genetik kökeni konusunda biraz aceleci olmamak gerektiğini, bunların Arap (Sami) kökenli olmadıklarını biz tarihten biliyoruz. Son yıllarda yapılan DNA çalışmaları da Suriyeli, Lübnanlı ve İtalyanların (Etrüskler) Türkler ile akraba olduklarını ortaya koymaktadır.

Doğu Avrupa Musevilerinin yani Aşkenazların Sami asıllı olmayıp Türk asıllı oldukları bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Üstelik Seferad Yahudileri olarak bilinen İspanya ve Portekiz Yahudilerinin bile Sami asıllı Yahudiler olduğu noktası dahi tartışmalı bulunmaktadır. Çünkü birçok Musevi Hazar Türk’ü, İspanya, İtalya ve Portekiz’e göç etmiştir. Musevi tasavvufunun en önemli üç isminden ikincisi olan Gikatilla ailesi bunlardan biridir. Batı Akdeniz Avrupa’sının Musevilerinin adları üzerine yapılacak bir araştırma, Seferad olarak isimlendirilen bu küçük topluluğun Sami ve Türk soylu iki farklı etnik kökene sahip olduğunu ama ikincisinin zamanla kültürel olarak kaybolduğunu gösterecektir.

        Kimi Portekizlilerin Kuzey Çinlilerle akraba olduğu sonucunu veren genetik çalışmalar bu genetik halkayı Çin’e veya mesela Samilere değil, doğrudan Türkler'e ve onların doğu koluna Moğol ve Kırgızlar' a bağlamaktadır. Bu nedenle diyebiliriz ki bugün Portekiz’deki Hristiyanların bir kısmı da Türk soyludur...

        Dünyadaki Musevilerin genetik bir ortaklığı olmadığını ve mesela Arabistan Araplarının, Dünya Yahudilerinden çok daha fazla Sami asıllı Yahudilerle genetik yakınlık gösterdiğini söz konusu genetik çalışmalardan buluyoruz. Babil Kulesi başlıklı yazımızda da bundan bir nebze bahsetmiş ve Araplar ile Yahudilerin aslında kuzen olduklarını ifade etmiştik. Sami Arapların ne Anadolu ne de başka yerin Türkleriyle genetik yakınlığının söz konusu olmadığı açıktır.  Bundan başka; ortak bir Yahudi genetik bölgesi yoktur. Temelde üçe ayrılmış Yahudi genetik bölgesi vardır. Biri Sami, biri Siyahi (Falaşalar) ve diğeri de Aşkenazlar. Bugün İsrail’ de yaşayan Museviler arasında Aşkenaz nüfus ise Sami ve Siyahi Yahudilerden çok daha fazladır. Bu nedenle hiçbir şekilde ortak Dünya Yahudi Genetiği söz konusu değildir.

    Arthur Kostlerin dikkatini çeken bir hususu hatırlamak yerinde olacak. Kostler “Yiddish dilinde, Almanya'nın Fransa sınırına komşu yörelerinden hiçbir sözcük girmemiştir.” demiştir. Kostler’in dikkat çektiği bu noktanın da Saka Türkleri Tarihi aydınlandıkça açığa kavuşacağını ve hatta Almanya'nın doğusundaki yer isimlerinin kökenlerinin belirleneceğini düşünüyoruz.

    Özet olarak, Türklerin dini algılama biçimi ve hayatlarında koydukları yer, onların, birçok dine yöneldiğini ve özellikle etnik bakiye haline geldiklerinde dinsel bir taassuba büründüklerini ve tam da bu noktada etnik olarak dönüşüp Türk olarak yok olurken genetik olarak Türklüklerini sürdürdüklerini düşündürmektedir. Bu nedenle, günümüzde İslam'ın etkisiyle, İsraillilere tavır alırken aslında aynı ırktan olmamız kuvvetle muhtemel olan akrabalarımıza tavır aldığımızın bilinmesi gerekmektedir. Bu tezin İsrail tarafından nasıl anlaşıldığı ya da İsrail’ in buna nasıl bakacağı da ayrı bir tartışma konusudur. Ancak; bu tez, her iki taraf yönetimince de yüksek sesle dile getirilmediği için halklar dini inançları sebebiyle birbirini düşman olarak görmeye devam edecektir.

Saygılarımla… 

6 Nisan 2014 Pazar

Babil Kulesi

Hz. Nuh' un "Tufan Hikayesi" ni bilirsiniz.. Şimdilerde sinema filmi olarak da beyaz perde de.. Anlatıya göre; tüm dünya sular altında kaldı ve sadece Hz. Nuh tarafından inşa edilen gemide bulunanlar kurtuldu.. Kurtulanlardan üçü Hz. Nuh' un oğulları Ham, Sam ve Yafes idi. Hanımı ile Yam isimli oğlu iman etmeyenlerden oldukları için gemiye binmeyerek boğuldular. Hatta; tüm insanlık da daha sonra bu gemide kurtulanlardan meydana geldiği için Hz. Nuh' a, İkinci Adem de denilir..

Ancak; konumuz Hz. Nuh ve Tufan değil.. Küçükken dillere merak sardığımda, insanların Hz. Adem ile Havva' dan ve Tufan sonrasında da yine sadece Hz. Nuh' un gemisinde bulunanlardan türemelerine rağmen neden bu kadar farklı diller konuştuklarını düşünürdüm.. Madem ki; kurtulanlar Hz. Nuh' un gemisindekilerle sınırlı idi, aynı yerde yaşayan, aynı aileden gelen ve kardeş olan bu insanların aynı dili konuşmasından daha doğal bir şey olamazdı. Peki o halde bu kadar farklı dil nereden çıkmıştı ?

Yıllar sonra bunun Babil Kulesi anlatısına dayandırıldığını anladım.. Dini bir bakış açısıyla bu öykü sıklıkla insanın kusurluluğunu, tanrının kusursuzluğu ile kıyaslamak ve dünyadaki yüzlerce dilin kökenini açıklamak amacıyla kullanılır.

Dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve Babil' in Asma Bahçeleri içinde bulunan Babil Kulesi, Tanrı Marduk adına yapılmıştır. Sümerliler, yükseklere taparlar ve yer ile göğü bağlayan kutsal bir ağacın varlığına da inanırlardı. Sümerliler yeri göğe bağlayan bu ağacı temsil eden ve Tanrıdağı dedikleri kuleyi zamanımızdan 5.000 yıl kadar önce yapmışlardır.

Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarında, Tanah ve Eski Ahit hemen hemen aynı olduğu için her iki dinde Babil bahsi aynıdır. Babil kulesinden Tevrat’ın Yaratılış (Tekvin) kısmında bahsedilir ve " bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim. onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var, gelin inelim birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına Babil (Bab-el / Bab-il) dendi" (Tevrat, Yaratılış(Tekvin); 11:1-9)

Bab -el ya da Bab- il kelimesi, Akad dilindeki "bāb-ilû" kelimesinden teşekkül etmiştir ve 'Tanrının kapısı' anlamına gelmektedir; zira Akad diliyle benzerlikler gösteren Arapça' da da "bâb" kelimesi 'kapı' anlamındadır. Eski Ahit'te Babil sözcüğü Babel şeklindedir. Bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve Eski Ahit'te "kargaşa, karışıklık" şeklinde açıklanır. Kuran-ı Kerim'de şehrin ismi Babil olarak geçer. Türkçe'deki ismi Arapça'dan gelmektedir.

Tarihte kaydı geçmemekle birlikte ancak halk efsanelerinde nesilden nesle aktarılana göre Babil Şehri meşhur avcı Nimrot'un "Nemrut" Krallığını kurmuş olduğu bir yerdir. Müslüman geleneklerine göre Peygamber İbrahim ile uğraşan ve onu ateşe fırlatıp öldürmek isteyen hain ve müstebit kral budur. Kutsal Kitabın 11inci ve sonraki fasıllarında anlatılmış olduğu üzere Babil adı "dillerdeki karışıklığın" simgesidir. Kutsal Kitaba göre Kule tuğla ve katran (Bitüm) dan yapıldı. Anlatıldığına göre bu Kule eski Şhinar (Sümer) diyarında kavimlerin bir araya gelerek inşa ettikleri ve insanoğlunun tanrıları bulmak için gök yüzüne çıkmak iddiası içinde bir nevi merdiven, sütun inşası amacını taşır. Kutsal metinlere göre Tanrı, kendisine ulaşmaya çalışan insanların bu küstahlığına ve kendini beğenmişliğine kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engellemiş, aralarına nifak ve bölücülüğü sokmuştur. Yukarıdakiler ile aşağıdakiler birbirinin dillerini anlamadıkları için yukarıya yapım için gerekli olan malzeme gönderilemez ve kulenin inşası yarım kalır.. Kulenin yıkılışı Tevrat’ta anlatılmaz ancak Jubilees veya Leptogenesis olarak bilinen Yahudi belgelerinde anlatılır.

İslami kaynaklarda ismi verilmemekle beraber Kur’an’da Babil Kulesi’ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikaye Tevrat’taki ile benzer olmasına rağmen Babil’de değil, Musa’nın yaşadığı dönemde Mısır’da geçer. Firavun Haman’a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa’nın tanrısına bakacağını söyler. Kur’an’da Babil şehrinden Bakara Suresi, 102. ayette bahsedilir. Harut ve Marut isimli iki melek, insanları imtihan etmek için Allah tarafından Babil’ e gönderilirler. Burada insanlara sihir öğretirler. Melekler sihrin küfür olduğunu söyledikleri halde insanlar sihir öğrenmekte ısrar ederler ve karı-kocayı ayırmaya yarayan sihirler öğrenirler.
9. yy İslam tarihçilerinden el-Tabari’nin “Peygamberler ve Krallar Tarihi” adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod Babil’de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72′ye ayırır. 13. yy. İslam tarihçilerinden Ebu el-Fida da aynı öyküden bahseder ve İbrahim’in atası Hud’ un kendi dilini (Aramice) muhafaza etmesine izin verildiğini ekler. Zira Hud kulenin inşasına katılmamıştır.

Aslında yedi katlı bir Ziggurat (Mezopotamya'da tapınaklara verilen isim) olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:

1. katı taşı,
2. katı ateşi,
3. katı bitkiyi,
4. katı hayvanı,
5. katı insanoğlunu,
6. katı güneşi ve gökyüzünü,
7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.

Babil Kulesi’nin temelleri 90 metre genişlikteydi. Kule, 90 metre yüksekliğinde ve 7 katlı idi. Birinci katı 33, ikinci katı 18, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katları 6, en üst katı ise 15 metre yüksekliğindeydi. Bazı kaynaklarda ise kulenin yüksekliği 2.500 m. olarak gösterilmiştir. 85 milyon tuğladan ve pişmiş tuğla harcından yapılan kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, Tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila’ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu vardı. Esagila 20 metre yüksekliğinde, 450 metre eninde ve 550 metre boyundaydı. Bugün, Tevrat ve İncil’de de bahsedilen Babil Kulesi’nden geriye hiçbir şey kalmamıştır.

Gerçeğe dönülürse, kutsal metinlere göre Tanrı’ya erişmek için yapılmış olan Babil kulesi aslında muhtemelen bir rasathaneydi. Güneş' i ve diğer gök cisimlerini gözlemlemek amacıyla ve Güneş Kültü' nün (Tapınımı' nın) bir ürünü olarak inşa edilmişti. Bu manada hem rasathane hem de Ziggurat olarak kullanılma ihtimali oldukça yüksek.. Efsanelerde abartıldığı kadar yüksek olmadığı da bugün biliniyor.. Dillerin doğuşunun sebebi olarak görülmesi de efsaneden ibaret olsa da öykünün bu yönü benim çok hoşuma gider..


Mecazi anlamda ise; bir hayalden ötesidir Babil Kulesi.. Yasak şeyleri gerçekleştirmenin, yasak çiçeğe dokunmanın umududur... Ancak fazla ileri gitmiştir insanoğlu; her zamanki yaptığı şeyi yapmış ve "gücünün yettiğine değil daha fazlasına talip olmuştur !" İnsanın başına gelen "Bela" lar da aslında hep bu yüzdendir...

4 Nisan 2014 Cuma

Avukatlar Günü


Bugün 5 Nisan.. Avukatlar Günü yani.

Biz avukatlar, bizleri fazla sevmediğinizi biliriz.. Doktorlarda olduğu gibi; yaptığımızın bir iş olmadığını, sadece iki satır yazı yazıp iki kelime konuştuğumuzu ve  bizlerin boşa para kazandığını düşünürsünüz çoğunlukla.. Davayı kazanırsak zaten siz haklısınızdır ve o sebeple kazanılmıştır. Kaybedersek de bu mutlaka bizim hatamızdır.. Bizim hakkımızda söylediklerinizi, fıkralarınızı, hicivlerinizi, çoğumuzun cehennemlik olduğunu vs hepsini biliriz…

Ancak; unutmayın ki; avukatlık alınan ücretten çok daha fazla hizmetin verildiği bir kamu hizmetidir.. Avukatlık ve ona çok benzeyen doktorluk “ Vekalet Sözleşmesi” kapsamındadır.. Vekalet Sözleşmesi de aslında “ Terzi kendi söküğünü dikemez sözleşmesidir..” Yani kendi kendinize iyileşme imkanı bulsanız doktora gitmeyeceğiniz gibi; kendi davanızı çözebilecek olsanız bize gelmezsiniz..
Tüm söylediklerinize rağmen bizler, size her zaman elimizden geldiği kadar hizmet vermeye hazırız. Bunun için okuduk ve tüm engellemelere rağmen, bunun için çabalıyoruz.. Şunu unutmayın sadece “ ...görevimizi yaparken; kimseye, ne müvekkile, ne hâkime, hele ne iktidara tabiyiz... Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz... Fakat hiç bir hiyerarşik üst de tanımıyoruz... AVUKATLAR KÖLE KULLANMADILAR... ANCAK EFENDİLERİ DE OLMADI !..” (MOLIERAC)

Ve yine unutmayın ki; bir sacayağı ise yargı/hukuk, avukatlar bu sacayağının en gerekli ayağıdır.. Düşünün, siz hiç yıkılmadan dimdik duran iki ayaklı bir sacayağı gördünüz mü?

Şimdi size yarı şaka yarı ciddi bir kılavuz paylaşacağım.. Bundan sonra avukatlarınız ile olan ilişkilerinizde bu kılavuzun tersine göre hareket edersiniz umarım..

AVUKAT KULLANMA KILAVUZU

* Avukatlar milyonlarca kanun maddesini hatta yönetmelikleri ezbere bilmelidir.

* Sorununuz hukuki olsun veya olmasın her saatte her yerde ona danışabilirsiniz

* Avukatlar uyumaz, aile düzenleri yoktur. O nedenle haftanın her gün ve saatinde aramaktan çekinmeyin. Kadın veya erkek olsun avukatınızı nereye isterseniz çağırın gelirler, gelmezlerse fevkalade ayıp ederler.

* Her ne kadar Türkiye Barolar Birliği tarafından “danışma ücrete tabidir” denilse de inanmayın. Doktorların muayene ücretini mutlaka ödeyiniz ama avukatın ücreti diye bir şey düşünerek strese girmeyiniz. Yılların bilgi birikimine dayanarak da olsa, iki cümle kurmak için para alınmaz, hele sizi falanca dost göndermişse hiç para alınmaz. Ama doktor “bir şeyciğin yok 2 saat uyu geçer” dediğinde vizite ücreti mutlaka verilmelidir. Çünkü size beş dakikasını ayırmıştır.

* Avukat dava masraflarını cebinden yapar. Siz bunu dert etmeyin Allah’ın avukatlara özel olarak para gönderdiğini hepiniz biliyorsunuz. Türkiye’de Allah bunu başka hiçbir meslek mensubuna yapmaz.

* Dava harçlarının yüksek olması durumunda, bilirkişi ücretini fahiş bulduğunuzda doğrudan onlara kızıp söylenebilirsiniz.

* Dava aşamasında, mutlaka bildiğiniz tüm avukat, emekli hâkim, zabıt kâtibi ve hatta başından buna benzer dava geçmiş olan tüm dostlarınıza ve bakkalınıza danışıp avukatınıza iletin. Onların fikirleri avukat için önemlidir. Nasıl olsa işinizin masraflarını o yaptığı için hiç olmazsa hukuki bilgileri de siz ona aktarın.

* İşin başlangıcında size davanızın kazanılmasının çok zor olduğunu, hatta haksız olduğunuzu söylemiş olsa bile, dava kaybedildiğinde bu gene sadece avukatın suçudur.

* Siz adam öldürmüş olabilirsiniz ama beraat kararı alamayan avukat hatalıdır.

* Boşanma davanıza bakıyorsa eğer, gece - gündüz, hafta sonu, tatil günü vs demeden saat başı arayıp konu ile ilgili veya ilgisiz son gelişmeleri lütfen ona bildirin. Kayınvalidenizin, görümcenizin dedikleri, sabahı beklemeyecek kadar önemlidir avukat için.

* Davanız uzayabilir. Bu durum hâkim değişikliği, bilirkişinin raporunu geç vermesi, duruşma tarihinin uzun aralarla verilmesinden kaynaklansa da iktidarı ele geçirip bunları düzeltmediği için yine avukat sorumludur.

* Davanıza bakan hâkimi veya savcıyı tanıyan bir yakınınız varsa mutlaka onu devreye sokun, böylece probleminizi avukatsız çözebilirsiniz. Zaten hâkim ve savcılar da sizden bunu beklerler ve bu çok hoşlarına giden bir yoldur.

* Davanızda göstereceğiniz tanıkların ne bildiğinin önemi yoktur. Kanuna aykırı olsa da avukat, sizin için onlara ne diyeceklerini öğretmelidir. ( Hatta duruşmada tanıklarınızın şaşması halinde dahi avukat sorumludur).

* Bir borcunuz dolayısıyla hakkınızda icra takibi yapılmışsa bunu tek sorumlusu alacaklınızın avukatıdır. Bu avukat evinize veya işyerinize hacze geldiğinde ona dilediğinizi yapma hakkınız vardır. Küfür edin, tehdit edin , yaralayın, hatta öldürün. İşte bu konuda özgürlüklerin en genişine sahipsiniz.

* Karşı tarafın avukatı, artık meslektaşımız değil bizim düşmanımızdır. Adliye koridorunda onunla sohbet ediyorsak, bu aslında iki yakın arkadaş olmamızın değil, sizi satmış olduğumuzun bir göstergesidir.

* Avukatınız Amerikan filmlerinde görüldüğü gibi uzun uzun savunma yapamıyorsa, yargıcı bir yana atıp tanıklara kendisi soru sorarak onların yalanlarını ortaya çıkaramıyorsa beceriksizliğine verin. Hatta bu avukat duruşmaya tam olarak saat kaçta girileceğini bile bilmez, sizi duruşma kapısında bekletirse onu azledip tazminat isteyin.

* Bize bir şey sormak isterseniz zahmet edip, yol parası harcayıp gelmenize gerek yok; cep telefonundan bir sinyal verip kapatın, eğer numaranız bizim telefonumuzda görünürse hemen sizi ararız ve yarım saatte tüm sorularınızın yanıtını alırsınız. Böylece bedava is yaptırdığınız aile dostu avukatın işi savsaklayıp savsaklamadığını da bedavadan öğrenmiş olursunuz.

* Avukata peşin para vermenize gerek yok diye daha önce söylemiştik. Sizinle ücret sözleşmesi yapmak isteyen avukattan hiç çekinmeyin imzalayın. Hiçbir avukat kendi alacağını tahsil edemediği gibi bu işi verebileceği bedava avukat da bulamayacağından paranız cebinizde kalır.

* Sizin işinizi yaparken avukatın tek amacı adalet, daha doğrusu sizin için adalet olmalıdır. Ona para teklif etmenize gerek yoktur. Avukat başka işlerden kazanır parasını. Kumar, kadın veya beyaz zehir size ne, nereden kazanırsa kazansın önemli olan size bedava çalışmasıdır. Hatta isterseniz öğlene doğru gidin de size yemek ısmarlasın.

Avukatlar gününüz/günümüz kutlu olsun !...


1 Nisan 2014 Salı

Bir Seçim Sonrası Yazısı


Hatırlarsanız seçimlerden önce “Bir seçim tahmini” diye bir yazı paylaşmıştım sizlerle.. Birkaç il haricinde bu tahminlerin büyük bir bölümünün tuttuğunu görüyoruz..

Yazımda; Gezi olaylarına, sonrasında yaşananlara, 17 Aralık Operasyonu'na ve özellikle her gün bir yenisi çıkan "Tape"lere rağmen AKP’ nin birçok ilde ve özellikle Büyükşehir Belediye Başkanlıkları’nın büyük bir kısmında birinci parti olma niteliğini nasıl hala koruduğunu sormuş ve sorunun iktidar partisinin karşısında durabilecek sağlam bir muhalefetin olmayışından kaynaklandığını, muhalefetin iktidar olma gibi bir amaç gütmediğini anlatmıştım..

Bir tespit daha yapmış; bu ülkenin okumuş - yazmış, entelektüel kesiminin yıllardır değişmeyen, sosyo-ekonomik veya kültürel açıdan kendinden aşağıdakileri hakir gören, üstten bakan tavrının değişmesi gerektiğini; yoksulların, emeğinden gayrı satabilecek bir şeyleri olmayan geniş kesimlerin en büyük sorununun güven sorunu olduğunu; onun yaşam tarzına, inançlarına, kültürüne, geleneklerine yabancılaşan, onu ötekileştiren, hakir gören her yaklaşım biçiminin, bu geniş ve yoksul kesimin güvenini sarstığını ve onları aslında istenenin tam aksine kapitalizmin taşeronu olan iktidarların kucağına ittiğini söylemiştim.

Bundan sonraki seçimler için bir öneride bulunmuş; bu ülkenin insanlarını, birbirine, düşman eden, ötekileştiren, yabancılaştıran duvarların yıkılma zamanının geldiğini; sokakları yaşamak için aşındıran, iş arayan, ekmeğini çöpten/taştan çıkarmaya uğraşanlara, okumamışına, az okumuşuna, cahil kalmışına, eğitilmemişine ve bu ülkede yaşadığı için bu ülkenin nimetlerinden en az bizler kadar faydalanmaya hakkı olan milyonlarca yoksulun, inançlarını, kültürlerini, değerlerini ötekileştirmeden onları anlayabilecek ve kendimizi anlatabilecek iletişim alanları oluşturmamız gerektiğini ifade etmiştim.

Bir de uyarıda bulunmuş ve tüm bunları yapmak yerine, hiç kimsenin görüşünde bir değişiklik olmaması ve herkesin yine kendi yörüngesinde dönmeye devam etmesi halinde, seçimlerden değişimi beklemenin ham hayalden öteye geçmeyeceğini söylemiştim.

Seçim sonrası yazılıp çizilenlere, söylenenlere bakıyorum da herkes yine aynı tavrı sergiliyor, Aziz Nesin’ in haklılığından dem vurup halkın % 60 ını aptal olarak görmeye devam ediyor, hatta bazıları bunu daha da ileriye götürerek açıkça hakaret ediyor.. Yani bu açıdan değişen bir şey olmadığı görülüyor, maalesef tarih tekerrür ediyor, gereken dersler alınmıyor..

Bu kadar önemli bir seçimde muhalefet partileri ne yapıyor, gözlerinin önündeki sandığa sahip çıkamıyor; elektrikler kesildi, oylar çalındı, hile yapıldı demeye devam ediyor.. Son bir aydır seçimlerde hile yapılacak, oylar çalınacak, elektrikler kesilecek denildiği halde hala nasıl aynı şeylere göz yumuluyor anlamakta zorlanıyorum.. Sonuçları başarısızlık olarak görüp istifa eden olmadığı gibi seçimi herkes kazanmış görünüyor..  Seçimden sonra “ Bu söylemlerle olmuyor, seçimlerden sonra AKP karşıtı olan herkesin AKP ye tepki gösterdiği kadar kendi parti merkezlerine de tepkisini göstermesi gerekiyor, 80 yıllık söylemlerle, teorilerle AKP değişmez” diyorum ama bakıyorum muhalefet partileri yönünden de bir değişim görünmüyor..

Aslında seçim sonucunda halk söyleyeceğini söylemiş; tüm yazılıp çizilenleri özetlemiş ve kendi içinde bir sonuca vararak demek istemiştir ki; " Siz daha iyisini yapana kadar, en iyisi bu !"

Ancak; bu mesaj alınacak yerde aynı döngü içinde devam ediliyor, dönüp yazdıklarıma ve önceki seçimlere bakıyorum; üzülerek görüyorum ki; “ Batı Cephesinde yeni hiçbir şey yok !”

Bu ülkede, Perşembe’nin gelişi, Çarşamba’ dan bellidir !. Yani ben yazımı bir köşeye koyayım, nasılsa bu gidişle, 2015 genel seçimleri öncesinde uyarlayıp yeniden kullanırım sanırım..


Sağlıcakla kalın !.. 

29 Mart 2014 Cumartesi

Tutkularımızı Yenebilmek

Büyük İskender fethettiği son toprakların sınırında oturup ağlar... Kendisine bunun nedenini soran askerine şunu söyler: “ Fethedilecek başka toprak kalmadı; ondan ağlıyorum...”
Elde edememenin verdiği o kasıp kavuran duygu ile elde etmiş olmanın yarattığı o sıkıntı; bunu takiben yeni elde edileceklerin hayali ve bitmez tükenmez yeni tutkuların, isteklerin peşinde koşan biz insanoğlunun yazgısı; bir kayayı her gün dağın tepesine çıkarıp akşamında taşın aşağıya düştüğüne tanık olan ve bu anlamsız çabayı sonsuza kadar her gün yaşayacağının bilincinde olan Sisifos’ a verilen cezadan ne farkı vardır?
Yunan mitolojisindeki Sisifos efsanesini bilir misiniz? Sisifos, Aeolus ile Enarete’ nin oğlu, Merope’ nin kocası ve Korint kentinin kurucu kralıdır. Sisifos, konukseverlik kurallarını ihlâl ederek yolcuları ve konukları öldürecek kadar açgözlü ve hilekâr bir kraldır. Homeros’ un aktardığına göre, Sisifos en hünerli insan olmasıyla ün salmıştı. Kuzenini baştan çıkarmış, erkek kardeşinin tahtını ele geçirmiş ve Zeus’un sırlarına özellikle Zeus’un nehir tanrısı Asopus' un kızı Aegina’ ya tecavüz ettiği sırrına – ihanet etmiştir. Bunun üzerine Zeus, Hades’ ten Sisifos’ u cehennemde zincire vurmasını istemiştir.

Ancak Sisifos ölmeden önce, karısına kendisi öldüğü vakit adet olduğu üzere kurban sunmamasını, en güzel giysilerini giyip, sokaklarda dans edip şarkılar söylemesini istemiştir. Böylece Sisifos, Yeraltı Dünyasında karısının onu ihmal ettiğinden yakınmış ve Yeraltı Kraliçesi Persefone’ yi karısından görevlerini yerine getirmesini istemek için bir kerecik olsun dünyaya geri dönmesine izin vermesi konusunda ikna etmiştir. Sisifos, Korint’ e varınca geri dönmeyi reddetmiş ve sonunda Hermes tarafından Yeraltı Dünyası’na geri götürülmüştür.

Hilekarlığının cezası olarak Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkum edilmiştir. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında, uykusu gelmekte, kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisifos her sabah yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. Bundan dolayı, anlamsız veya bitmek tükenmek bilmeyen işler İngilizce’ de Sisyphean olarak tanımlanır. Şimdi bir an için oturup düşünelim bizler de Sisifos gibi tutku ve isteklerimize mahkum muyuz?

İnsanın içinde tutsak olduğu bu kısır döngüyü kusursuz bir şekilde ifade eden Schopenhauer, başyapıtı  “İrade ve Tasarım Olarak Dünya ”da şöyle der: “ Görüyoruz ki en ilkel haliyle tabiatın özü, o durup dinlenmek bilmeyen çabadır ki bu hakikat hayvan ve insanda en yüksek mahiyetindedir. İstemek, var kuvvetiyle çabalamak… İşte varlıklarının özü bundan ibarettir; tıpkı hiçbir zaman giderilemeyecek bir susuzluk gibi. Halbuki prensipte tüm istemlerin temelinde bir ihtiyaç, bir eksiklik yani ıstırap yatar; doğası itibariyledir ki zorunlu olarak ıstırabın kurbanı olurlar.
Fakat ne zamanki istek nesnesini yitirir (yani elde etmenin sonucunda arzu da yok olur), işte o zaman büyük ve korkunç bir boşluk içine düşülür, sıkıntı! O halde Hayat, tıpkı bir sarkaç gibi, sağdan sola yani ıstırap ile sıkıntı arasında salınır; zaten sonuçta onu meydana getiren iki ana unsur da bunlardır.”
İster iş hayatında, ister her türlü insani ilişkiler boyutunda tüm elde ettiklerimiz neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar süren zevk anları yaşatır bize; ondan sonrası elde etmiş olduğumuz her ne ise ondan bunalmak ve yeni elde edileceklerin peşinde çektiğimiz acıdan ibarettir. Tıpkı bir aralar sıklıkla ekrana gelen bir otomobil reklamında olduğu gibi…
18. yüzyıla damgasını vurmuş başka bir büyük düşünür, J. J. Rousseau da Emile adlı eserinde bundan farklı bir yorum getirmez: “ Bizler için mümkün olan her şeyin ölçüsünü veren ve dolayısıyla arzularımızı, tatmin olurlar ümidiyle harekete geçiren ve besleyen hayal gücümüzdür. Fakat bir an için elimizin altında sandığımız nesne, onu kovalayabileceğimizden çok daha hızlı kaçar bizden. Bir an için tatmin olduğumuzu sanırız, ama bir sonraki anda, bizden çok uzaklardadır. Halbuki o ana kadar baştan başa ilerleyip geçtiğimiz o koca ülkeyi unuturuz ve önümüzde mutluluğa kavuşabilmek için aşmamız gereken yol gittikçe uzar da uzar… Böylece sona ulaşamadan tükeniveririz ve görürüz ki bir şeyleri elde ettikçe mutluluk bizden uzaklaşır.”
Bu bağlamda açıktır ki, isteklerimizin, daha kuvvetli bir ifadeyle tutkularımızın nesnesi sürekli değişmektedir. Değişmeyen tek şey kesintisiz “ istiyor ” olmamızdır. Asla doymayan “ istek ” insanı gerçek mutluluk olan iç huzurdan alıkoymaktadır. Özellikle her şeyin olabilecek en hızlı şekilde elde edilip, gene aynı hızda tüketildiği çağımızda; ıstırap ile sıkıntı arasındaki o ufacık zevk anının bile hissedilemeyecek kadar kısacık bir zamana hapsedildiğini hissetmiyor muyuz?
Birçok felsefi akım bu insanı içten içe tüketen halden kurtuluşu tahayyül etmiş ve hatta türlü  yollar geliştirmeye çalışmıştır. Özellikle antik çağ Yunan felsefesindeki kinizm gibi akımlarla başlayarak ascétisme’e (tüm zevklerden arınma) kadar varan bir çaba gösterilmiştir. Nitekim nefisle mücadele ve zevklerden arınma, hemen hemen tüm dinlerin ortak gayesi olmuş, oruç, çile çekme vb ibadetlerle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Fakat içeriği “ istemekten kurtulmak ” olsa dahi bir gayenin mevcudiyeti, hala “istiyor” olduğumuzun göstergesi değil midir? Bu tespit, uyandığımıza dair tamamen emin olduğumuzda, esasında hala uyuyor olduğumuzu fark ettiğimiz o ana benzemiyor mu? Bundan çıkan sonuç, o halde, kimsenin bu kısır döngüden çıkış yolunu gösteremeyeceği yönündedir. Bunun gerçekleşmesi için herhangi bir kişinin, insan tabiatının üstüne yükselip yukarıdan bakması ve çıkış yolunu görmesi gerekir. Görse dahi bizlere anlatabilecek midir? Bizler kendi tabiatımıza zorunlu olarak tabiyken, onu anlayabilir miyiz?
İnsanoğlu bütün gücüne, kudretine ve iradesine rağmen zaman zaman yersiz isteklere ve zaaflara düşmekten kendini alıkoyamayan bir varlıktır. Ruhumuzun derinliklerinde, doldurulamayan nice boşluklar, karanlık taraflar vardır. İnsan, bunların pençesine düşmeye görsün; bir anda yanlış eğilimlerinin ve zaaflarının kurbanı olur. Küçük çıkarlarını tatmin etmek isterken çok büyük kayıplara uğrar. Toplum içindeki saygınlığını ve seçkin yerini kaybediverir. Basit çıkarları ve kaprisleri uğruna hayatları mahvolmuş nice insanlar vardır.

Hakkına razı olmak, iyi yetişmiş, olgun ve erdemli insanların meziyetidir. Bazı insanların türlü felaketlere, kayıplara uğramalarının sebebi; aç gözlü olmaları, eldekiyle yetinmeyi bilmemeleridir. Bu insanlara hadlerini bilmeyenler de diyebiliriz. Bunlarda maddeye karşı tükenmez bir iştah vardır; doymak bilmeyen bir açgözlülükle gözleri daima yukarıda ve çoktadır. Hayatı bir çeşit kumar masası olarak kabul ederler. Daima daha fazla kazanmak için akıl ve mantık dışında hareket etmeyi bir alışkanlık haline getirirler. Tabii, şansları her zaman umdukları gibi yaver gitmez; çoğu kez, kazanacakları yerde ellerindekini kaybederler. Yatılı lise sınavına girdiğim zaman Kompozisyon sorusu olarak sorulan “ Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur ” atasözü, yaklaşık 28 yıldır unutmadığım ve sürekli olarak kendime hatırlattığım bir atasözüdür.

Dileğim odur ki; Rabbimiz bize, tutkularımızı basit isteklerimizden ayırt edebilme yolunda akıl ve hikmet, tutkularımızı yenebilme yolunda da kuvvet versin !..


23 Mart 2014 Pazar

Ben seni kesemem kara sakalım !...

Alman yazar Erich Maria Remarque' ın, savaşın korkunçluğunu ve anlamsızlığını ele alan "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" (Orijinal adı: Im Westen nichts Neues) isimli romanını duymuşsunuzdur.. 1930 yılında Lewis Milestone ' ın yönettiği aynı isimli bir sinema filmi de yapılmıştı.. Almanya' nın Nazi döneminde 1933 yılında gerçekleşen "Kitap yakılması" eylemlerinde bu roman da kurban düşmüştür.

Roman, I. Dünya Savaşı'na, bağnaz öğretmenlerinin kışkırttığı vatanseverlik duygularıyla gönüllü olarak katılan Alman gençlerinin, savaşın gerçekliği altında nasıl ezildiklerini son derece çarpıcı bir biçimde okuyucuya sunmaktadır. Remarque'ın bu romanın kahramanı, yaşama bağlılığını, yaşama sevincini öylesine yitirmiştir ki, bu yaşam dolu genç adam, önünde uzanan upuzun bir yaşama bakıp, "Varsın aylar, yıllar geçsin. Nasılsa bana getirecekleri bir şeyleri kalmadı" diyebilmektedir sonunda.

Kitap o derece meşhur olmuştur ki; kitabın adı daha sonra birçok dilde deyimleşmiş ve "zaman geçse de bazı şeylerin hiç değişmediğini" vurgulamak için kullanılmaya başlanmıştır.  

Ancak; ben bugün size kitaptan veya filmden bahsedecek değilim.. Kitabı okudum, filmi de izledim; her ikisini de tavsiye ederim. Benim bahsetmek istediğim şey, 28 Şubat' ın üzerinden bunca olay geçmesine, bir sürü yasal düzenleme getirilmesine ve demokratikleşme adına yapılan tüm girişimlere rağmen Orduevleri' nin sakallı insanlara bakışında ve her sakallıyı ............  olarak gören anlayışında hiçbir değişiklik olmaması...

Her sakallıdan sonrasını bilerek (............) bıraktım ki; siz orayı dilediğiniz biçimde doldurun...

Değişiklik olmadığını nereden mi biliyorum ? Bugün bizzat yaşadım da oradan biliyorum.. Efendim resimde gördüğünüz sakallarımla, Türkiye' de ve Avrupa' da dilediğim her yere girebildiğim halde; üstelik şu anda daha da kısa olan sakallarım yüzünden bugün misafir olarak davet edildiğim bir orduevine giremedim.. Orduevlerine girişte sakalın, başörtüsünün yasak olduğunu duymuştum ama dediğim gibi değişen koşullar ve Yönetmelik gereği bu yasağı çoktan geride bıraktığımızı düşünüyordum. Sakallı halimi de o kadar benimsemiş olacağım ki; kapıdaki asker söyleyene kadar aklıma böyle bir ihtimal gelmediği gibi; sakallarımın bile farkında değildim..

Görevli askerler, bana, içeride berber olduğunu dilersem tıraş olabileceğimi söylediler.. Sakallı olarak içeriye giremediğime göre içerideki berbere nasıl tıraş olabileceğimi sorarak meseleyi daha da karmaşık hale getirmemek adına bu soruyu içimde tuttum.. Herhalde yanıma bir muhafız verecekler ve berber dışında başka bir yere girmeme de müsaade etmeyeceklerdi. Ancak; beni tanımadıkları için şahsıma karşı herhangi bir tavırları olamayacağına göre doğrudan sakallarıma yapılan bu onur kırıcı hareketi de hazmedemediğim için " Ne sakallarımı keserim, ne de bu orduevine girerim" diyerek radikal tavrımı gösterdim.. Sakallarım bugüne kadar beni gittiğim her yerde takip etmiş, hiç yalnız bırakmamıştı.. Bugün de ben onları terk etmeyecektim !..

Daha önce başkalarının yaşadığı olaylardan haberdar olmam, mesleğim, kişiliğim, yaşım ne olursa olsun inisiyatif kullanamayacaklarını, bu yasağın muhatabının kendileri olmadığı anlamına gelen 'biz emirleri uyguluyoruz' dan başka bir tepki alamayacağımı bilmem - ki bende askerliğimi yaptığım için biliyorum - sebebiyle kapıdaki askerlere 'Hangi devirde yaşıyoruz, sakal yasağı mı kaldı, ne zaman değişeceksiniz?' gibi anlamsız sorular da sormayı gereksiz buldum..

Üzüldüğüm nokta beni davet eden dostlarımın benden daha fazla üzülmüş olması ve soruna (!) bir çözüm bulmaya çalışmalarıydı. Kendilerini teselli edip başka bir yere yönlendirinceye kadar fark ettim ki; sakallarım biraz daha uzadı ve artık geri dönülmez noktadaydık.. Bu nedenle sakallarım ve ben orduevini terk ettik. 

Biz bu yasağın değiştiğini biliyorduk meğer doğru ama eksik biliyormuşuz.. Sonradan konuyu araştırdığımda öğrendim ki; bu yasak sadece düğünler için kaldırılmış.. Orduevlerine Giriş Sırasındaki Kılık Ve Kıyafetleri Düzenleyen Yönetmelik, 17 Mayıs 2012 tarihinde değiştirilmiş ve Resmi Gazete' de yayımlanmıştı. Yönetmelikte yer alan ve düğün yapacakların riayet edeceği hususların belirlendiği özel anlaşma şartlarına ilişkin, ''Yaşının ilerlemesi nedeniyle dini inançlarına uygun olarak sade bir şekilde sakal bırakmış kişiler ile yaşlı annelerden yüzü açık olacak şekilde eşarplı olanların dışında; sakallı, cüppeli, sarıklı, takkeli, türbanlı vb. çağdaş olmayan kıyafetlerle gelenler, günlük sakal tıraşı olmamış ütüsüz ve kirli elbiselerle gelenler, yabancı uyruklu kişiler ordu evine giremezler.'' ibaresi kaldırılmış.. Yani düğünlerde sakal, türban, çarşaf, sarık, cüppe serbest; düğün dışında ise benim sakalımla bile girmek yasak !..

Kabul ediyorum, evet, kurumsal olarak bir kimliğiniz olabilir. Mesleğiniz içerisinde belli bir kılık - kıyafet, saç - sakal tıraşı, makyaj vs düzenlemesi yapar ve kurum personelinizin bu kurallara uymasını bekleyebilirsiniz.. Ama belki de hayatında bir defa orduevine girecek birisinden üstelik de tipinden ne olduğu anlaşıldığı halde aynı standartlara tabi olmasını istemenin antidemokratik bir hareket olduğunu söylemek malumun ilamı olmaktan öteye gitmese gerek. Ama görülüyor ki; bu konuda TSK ya laf anlatmak, bana sakal kestirmekten daha zor.. Anayasa' nın eşitlik ilkesine aykırılık, kişisel hak ve özgürlüklere saygı, ötekileştirme yasağına uymama vs vs konularına ise hiç girmiyorum.. 

Görünen o ki; mevzuubahis sakal olunca " Batı Cephesinde Değişen Bir Şey Yok " !..

Sırf merakımdan soruyorum, düğün dışında Süleyman gelse o da mı Orduevi' ne giremeyecekti !..