Büyük İskender
fethettiği son toprakların sınırında oturup ağlar... Kendisine bunun nedenini
soran askerine şunu söyler: “ Fethedilecek başka toprak kalmadı; ondan
ağlıyorum...”
Elde edememenin
verdiği o kasıp kavuran duygu ile elde etmiş olmanın yarattığı o sıkıntı; bunu
takiben yeni elde edileceklerin hayali ve bitmez tükenmez yeni tutkuların,
isteklerin peşinde koşan biz insanoğlunun yazgısı; bir kayayı her gün dağın
tepesine çıkarıp akşamında taşın aşağıya düştüğüne tanık olan ve bu anlamsız
çabayı sonsuza kadar her gün yaşayacağının bilincinde olan Sisifos’ a verilen
cezadan ne farkı vardır?
Yunan mitolojisindeki Sisifos efsanesini bilir misiniz? Sisifos, Aeolus ile Enarete’ nin oğlu, Merope’ nin kocası ve Korint kentinin
kurucu kralıdır. Sisifos, konukseverlik kurallarını ihlâl ederek yolcuları ve
konukları öldürecek kadar açgözlü ve hilekâr bir kraldır. Homeros’ un aktardığına göre, Sisifos en
hünerli insan olmasıyla ün salmıştı. Kuzenini baştan çıkarmış, erkek kardeşinin
tahtını ele geçirmiş ve Zeus’un sırlarına –
özellikle Zeus’un nehir tanrısı Asopus' un kızı Aegina’ ya
tecavüz ettiği sırrına – ihanet etmiştir. Bunun üzerine Zeus, Hades’ ten Sisifos’
u cehennemde zincire
vurmasını istemiştir.
Ancak Sisifos ölmeden
önce, karısına kendisi öldüğü vakit adet olduğu üzere kurban sunmamasını, en
güzel giysilerini giyip, sokaklarda dans edip şarkılar söylemesini istemiştir. Böylece
Sisifos, Yeraltı Dünyasında karısının onu ihmal ettiğinden yakınmış ve Yeraltı
Kraliçesi Persefone’ yi karısından
görevlerini yerine getirmesini istemek için bir kerecik olsun dünyaya geri dönmesine
izin vermesi konusunda ikna etmiştir. Sisifos, Korint’ e varınca geri dönmeyi
reddetmiş ve sonunda Hermes tarafından Yeraltı Dünyası’na geri götürülmüştür.
Hilekarlığının cezası
olarak Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna
yuvarlamaya mahkum edilmiştir. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında, uykusu
gelmekte, kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisifos her sabah yeniden başlamak
zorunda kalmaktadır. Bundan dolayı, anlamsız veya bitmek tükenmek bilmeyen
işler İngilizce’ de Sisyphean olarak tanımlanır. Şimdi bir an
için oturup düşünelim bizler de Sisifos gibi tutku ve
isteklerimize mahkum muyuz?
İnsanın içinde
tutsak olduğu bu kısır döngüyü kusursuz bir şekilde ifade eden Schopenhauer,
başyapıtı “İrade ve Tasarım
Olarak Dünya ”da şöyle der: “ Görüyoruz ki en ilkel haliyle tabiatın özü, o durup
dinlenmek bilmeyen çabadır ki bu hakikat hayvan ve insanda en yüksek
mahiyetindedir. İstemek, var kuvvetiyle çabalamak… İşte varlıklarının özü
bundan ibarettir; tıpkı hiçbir zaman giderilemeyecek bir susuzluk gibi. Halbuki prensipte tüm istemlerin temelinde bir ihtiyaç, bir eksiklik yani ıstırap
yatar; doğası itibariyledir ki zorunlu olarak ıstırabın kurbanı olurlar.
Fakat ne zamanki
istek nesnesini yitirir (yani elde etmenin sonucunda arzu da yok olur), işte o
zaman büyük ve korkunç bir boşluk içine düşülür, sıkıntı! O halde Hayat, tıpkı
bir sarkaç gibi, sağdan sola yani ıstırap ile sıkıntı arasında salınır; zaten
sonuçta onu meydana getiren iki ana unsur da bunlardır.”
İster iş hayatında,
ister her türlü insani ilişkiler boyutunda tüm elde ettiklerimiz neredeyse göz
açıp kapayıncaya kadar süren zevk anları yaşatır bize; ondan sonrası elde etmiş
olduğumuz her ne ise ondan bunalmak ve yeni elde edileceklerin peşinde
çektiğimiz acıdan ibarettir. Tıpkı bir aralar sıklıkla ekrana gelen bir
otomobil reklamında olduğu gibi…
18. yüzyıla
damgasını vurmuş başka bir büyük düşünür, J. J. Rousseau da Emile adlı eserinde bundan farklı bir yorum getirmez: “ Bizler için mümkün olan her şeyin ölçüsünü veren ve
dolayısıyla arzularımızı, tatmin olurlar ümidiyle harekete geçiren ve besleyen hayal
gücümüzdür. Fakat bir an için elimizin altında sandığımız nesne, onu
kovalayabileceğimizden çok daha hızlı kaçar bizden. Bir an için tatmin
olduğumuzu sanırız, ama bir sonraki anda, bizden çok uzaklardadır. Halbuki o
ana kadar baştan başa ilerleyip geçtiğimiz o koca ülkeyi unuturuz ve önümüzde
mutluluğa kavuşabilmek için aşmamız gereken yol gittikçe uzar da uzar… Böylece
sona ulaşamadan tükeniveririz ve görürüz ki bir şeyleri elde ettikçe mutluluk
bizden uzaklaşır.”
Bu bağlamda açıktır
ki, isteklerimizin, daha kuvvetli bir ifadeyle tutkularımızın nesnesi sürekli
değişmektedir. Değişmeyen tek şey kesintisiz “ istiyor ” olmamızdır.
Asla doymayan “ istek ” insanı gerçek mutluluk olan iç huzurdan alıkoymaktadır.
Özellikle her şeyin olabilecek en hızlı şekilde elde edilip, gene aynı hızda
tüketildiği çağımızda; ıstırap ile sıkıntı arasındaki o ufacık zevk anının bile
hissedilemeyecek kadar kısacık bir zamana hapsedildiğini hissetmiyor muyuz?
Birçok felsefi akım
bu insanı içten içe tüketen halden kurtuluşu tahayyül etmiş ve hatta
türlü yollar geliştirmeye çalışmıştır. Özellikle antik çağ Yunan
felsefesindeki kinizm gibi akımlarla başlayarak ascétisme’e (tüm zevklerden
arınma) kadar varan bir çaba gösterilmiştir. Nitekim nefisle mücadele ve
zevklerden arınma, hemen hemen tüm dinlerin ortak gayesi olmuş, oruç, çile
çekme vb ibadetlerle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Fakat içeriği “ istemekten
kurtulmak ” olsa dahi bir gayenin mevcudiyeti, hala “istiyor”
olduğumuzun göstergesi değil midir? Bu tespit, uyandığımıza dair tamamen emin
olduğumuzda, esasında hala uyuyor olduğumuzu fark ettiğimiz o ana benzemiyor
mu? Bundan çıkan sonuç, o halde, kimsenin bu kısır döngüden çıkış yolunu
gösteremeyeceği yönündedir. Bunun gerçekleşmesi için herhangi bir kişinin, insan tabiatının üstüne yükselip yukarıdan bakması ve çıkış yolunu görmesi
gerekir. Görse dahi bizlere anlatabilecek midir? Bizler kendi tabiatımıza
zorunlu olarak tabiyken, onu anlayabilir miyiz?
İnsanoğlu bütün gücüne,
kudretine ve iradesine rağmen zaman zaman yersiz isteklere ve zaaflara
düşmekten kendini alıkoyamayan bir varlıktır. Ruhumuzun derinliklerinde,
doldurulamayan nice boşluklar, karanlık taraflar vardır. İnsan, bunların
pençesine düşmeye görsün; bir anda yanlış eğilimlerinin ve zaaflarının kurbanı
olur. Küçük çıkarlarını tatmin etmek isterken çok büyük kayıplara uğrar. Toplum
içindeki saygınlığını ve seçkin yerini kaybediverir. Basit çıkarları ve
kaprisleri uğruna hayatları mahvolmuş nice insanlar vardır.
Hakkına razı olmak, iyi
yetişmiş, olgun ve erdemli insanların meziyetidir. Bazı insanların türlü
felaketlere, kayıplara uğramalarının sebebi; aç gözlü olmaları, eldekiyle
yetinmeyi bilmemeleridir. Bu insanlara hadlerini bilmeyenler de diyebiliriz.
Bunlarda maddeye karşı tükenmez bir iştah vardır; doymak bilmeyen bir
açgözlülükle gözleri daima yukarıda ve çoktadır. Hayatı bir çeşit kumar masası
olarak kabul ederler. Daima daha fazla kazanmak için akıl ve mantık dışında
hareket etmeyi bir alışkanlık haline getirirler. Tabii, şansları her zaman
umdukları gibi yaver gitmez; çoğu kez, kazanacakları yerde ellerindekini
kaybederler. Yatılı lise sınavına girdiğim zaman Kompozisyon sorusu olarak
sorulan “ Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur ” atasözü, yaklaşık 28
yıldır unutmadığım ve sürekli olarak kendime hatırlattığım bir atasözüdür.
Dileğim odur ki; Rabbimiz
bize, tutkularımızı basit isteklerimizden ayırt edebilme yolunda akıl ve
hikmet, tutkularımızı yenebilme yolunda da kuvvet versin !..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder