29 Mart 2014 Cumartesi

Tutkularımızı Yenebilmek

Büyük İskender fethettiği son toprakların sınırında oturup ağlar... Kendisine bunun nedenini soran askerine şunu söyler: “ Fethedilecek başka toprak kalmadı; ondan ağlıyorum...”
Elde edememenin verdiği o kasıp kavuran duygu ile elde etmiş olmanın yarattığı o sıkıntı; bunu takiben yeni elde edileceklerin hayali ve bitmez tükenmez yeni tutkuların, isteklerin peşinde koşan biz insanoğlunun yazgısı; bir kayayı her gün dağın tepesine çıkarıp akşamında taşın aşağıya düştüğüne tanık olan ve bu anlamsız çabayı sonsuza kadar her gün yaşayacağının bilincinde olan Sisifos’ a verilen cezadan ne farkı vardır?
Yunan mitolojisindeki Sisifos efsanesini bilir misiniz? Sisifos, Aeolus ile Enarete’ nin oğlu, Merope’ nin kocası ve Korint kentinin kurucu kralıdır. Sisifos, konukseverlik kurallarını ihlâl ederek yolcuları ve konukları öldürecek kadar açgözlü ve hilekâr bir kraldır. Homeros’ un aktardığına göre, Sisifos en hünerli insan olmasıyla ün salmıştı. Kuzenini baştan çıkarmış, erkek kardeşinin tahtını ele geçirmiş ve Zeus’un sırlarına özellikle Zeus’un nehir tanrısı Asopus' un kızı Aegina’ ya tecavüz ettiği sırrına – ihanet etmiştir. Bunun üzerine Zeus, Hades’ ten Sisifos’ u cehennemde zincire vurmasını istemiştir.

Ancak Sisifos ölmeden önce, karısına kendisi öldüğü vakit adet olduğu üzere kurban sunmamasını, en güzel giysilerini giyip, sokaklarda dans edip şarkılar söylemesini istemiştir. Böylece Sisifos, Yeraltı Dünyasında karısının onu ihmal ettiğinden yakınmış ve Yeraltı Kraliçesi Persefone’ yi karısından görevlerini yerine getirmesini istemek için bir kerecik olsun dünyaya geri dönmesine izin vermesi konusunda ikna etmiştir. Sisifos, Korint’ e varınca geri dönmeyi reddetmiş ve sonunda Hermes tarafından Yeraltı Dünyası’na geri götürülmüştür.

Hilekarlığının cezası olarak Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkum edilmiştir. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında, uykusu gelmekte, kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisifos her sabah yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. Bundan dolayı, anlamsız veya bitmek tükenmek bilmeyen işler İngilizce’ de Sisyphean olarak tanımlanır. Şimdi bir an için oturup düşünelim bizler de Sisifos gibi tutku ve isteklerimize mahkum muyuz?

İnsanın içinde tutsak olduğu bu kısır döngüyü kusursuz bir şekilde ifade eden Schopenhauer, başyapıtı  “İrade ve Tasarım Olarak Dünya ”da şöyle der: “ Görüyoruz ki en ilkel haliyle tabiatın özü, o durup dinlenmek bilmeyen çabadır ki bu hakikat hayvan ve insanda en yüksek mahiyetindedir. İstemek, var kuvvetiyle çabalamak… İşte varlıklarının özü bundan ibarettir; tıpkı hiçbir zaman giderilemeyecek bir susuzluk gibi. Halbuki prensipte tüm istemlerin temelinde bir ihtiyaç, bir eksiklik yani ıstırap yatar; doğası itibariyledir ki zorunlu olarak ıstırabın kurbanı olurlar.
Fakat ne zamanki istek nesnesini yitirir (yani elde etmenin sonucunda arzu da yok olur), işte o zaman büyük ve korkunç bir boşluk içine düşülür, sıkıntı! O halde Hayat, tıpkı bir sarkaç gibi, sağdan sola yani ıstırap ile sıkıntı arasında salınır; zaten sonuçta onu meydana getiren iki ana unsur da bunlardır.”
İster iş hayatında, ister her türlü insani ilişkiler boyutunda tüm elde ettiklerimiz neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar süren zevk anları yaşatır bize; ondan sonrası elde etmiş olduğumuz her ne ise ondan bunalmak ve yeni elde edileceklerin peşinde çektiğimiz acıdan ibarettir. Tıpkı bir aralar sıklıkla ekrana gelen bir otomobil reklamında olduğu gibi…
18. yüzyıla damgasını vurmuş başka bir büyük düşünür, J. J. Rousseau da Emile adlı eserinde bundan farklı bir yorum getirmez: “ Bizler için mümkün olan her şeyin ölçüsünü veren ve dolayısıyla arzularımızı, tatmin olurlar ümidiyle harekete geçiren ve besleyen hayal gücümüzdür. Fakat bir an için elimizin altında sandığımız nesne, onu kovalayabileceğimizden çok daha hızlı kaçar bizden. Bir an için tatmin olduğumuzu sanırız, ama bir sonraki anda, bizden çok uzaklardadır. Halbuki o ana kadar baştan başa ilerleyip geçtiğimiz o koca ülkeyi unuturuz ve önümüzde mutluluğa kavuşabilmek için aşmamız gereken yol gittikçe uzar da uzar… Böylece sona ulaşamadan tükeniveririz ve görürüz ki bir şeyleri elde ettikçe mutluluk bizden uzaklaşır.”
Bu bağlamda açıktır ki, isteklerimizin, daha kuvvetli bir ifadeyle tutkularımızın nesnesi sürekli değişmektedir. Değişmeyen tek şey kesintisiz “ istiyor ” olmamızdır. Asla doymayan “ istek ” insanı gerçek mutluluk olan iç huzurdan alıkoymaktadır. Özellikle her şeyin olabilecek en hızlı şekilde elde edilip, gene aynı hızda tüketildiği çağımızda; ıstırap ile sıkıntı arasındaki o ufacık zevk anının bile hissedilemeyecek kadar kısacık bir zamana hapsedildiğini hissetmiyor muyuz?
Birçok felsefi akım bu insanı içten içe tüketen halden kurtuluşu tahayyül etmiş ve hatta türlü  yollar geliştirmeye çalışmıştır. Özellikle antik çağ Yunan felsefesindeki kinizm gibi akımlarla başlayarak ascétisme’e (tüm zevklerden arınma) kadar varan bir çaba gösterilmiştir. Nitekim nefisle mücadele ve zevklerden arınma, hemen hemen tüm dinlerin ortak gayesi olmuş, oruç, çile çekme vb ibadetlerle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Fakat içeriği “ istemekten kurtulmak ” olsa dahi bir gayenin mevcudiyeti, hala “istiyor” olduğumuzun göstergesi değil midir? Bu tespit, uyandığımıza dair tamamen emin olduğumuzda, esasında hala uyuyor olduğumuzu fark ettiğimiz o ana benzemiyor mu? Bundan çıkan sonuç, o halde, kimsenin bu kısır döngüden çıkış yolunu gösteremeyeceği yönündedir. Bunun gerçekleşmesi için herhangi bir kişinin, insan tabiatının üstüne yükselip yukarıdan bakması ve çıkış yolunu görmesi gerekir. Görse dahi bizlere anlatabilecek midir? Bizler kendi tabiatımıza zorunlu olarak tabiyken, onu anlayabilir miyiz?
İnsanoğlu bütün gücüne, kudretine ve iradesine rağmen zaman zaman yersiz isteklere ve zaaflara düşmekten kendini alıkoyamayan bir varlıktır. Ruhumuzun derinliklerinde, doldurulamayan nice boşluklar, karanlık taraflar vardır. İnsan, bunların pençesine düşmeye görsün; bir anda yanlış eğilimlerinin ve zaaflarının kurbanı olur. Küçük çıkarlarını tatmin etmek isterken çok büyük kayıplara uğrar. Toplum içindeki saygınlığını ve seçkin yerini kaybediverir. Basit çıkarları ve kaprisleri uğruna hayatları mahvolmuş nice insanlar vardır.

Hakkına razı olmak, iyi yetişmiş, olgun ve erdemli insanların meziyetidir. Bazı insanların türlü felaketlere, kayıplara uğramalarının sebebi; aç gözlü olmaları, eldekiyle yetinmeyi bilmemeleridir. Bu insanlara hadlerini bilmeyenler de diyebiliriz. Bunlarda maddeye karşı tükenmez bir iştah vardır; doymak bilmeyen bir açgözlülükle gözleri daima yukarıda ve çoktadır. Hayatı bir çeşit kumar masası olarak kabul ederler. Daima daha fazla kazanmak için akıl ve mantık dışında hareket etmeyi bir alışkanlık haline getirirler. Tabii, şansları her zaman umdukları gibi yaver gitmez; çoğu kez, kazanacakları yerde ellerindekini kaybederler. Yatılı lise sınavına girdiğim zaman Kompozisyon sorusu olarak sorulan “ Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur ” atasözü, yaklaşık 28 yıldır unutmadığım ve sürekli olarak kendime hatırlattığım bir atasözüdür.

Dileğim odur ki; Rabbimiz bize, tutkularımızı basit isteklerimizden ayırt edebilme yolunda akıl ve hikmet, tutkularımızı yenebilme yolunda da kuvvet versin !..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder