Farsça' daki "sohbet meclisi" anlamına
gelen “bezm” sözcüğüyle Arapça'da "Ben değil miyim?" anlamındaki
çekimli bir fiil olan “elestü”'den
oluşan Bezm-i Elest terkibi, "Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabının yapıldığı ve ruhların
da "Belâ / evet" diye
cevap verdikleri meclis anlamında kullanılmaktadır. Allah ile insanlar arasında
meydana gelen bu sözleşmeye misâk, kâlu belâ, rûz-i elest, bezm-i ezel, ahid,
belâ ahdi gibi çeşitli isimler verilmiştir. Kur'ân'da aynı konuyla ilgili açık
veya dolaylı ifadeler çeşitli sûrelerde yer almaktadır (A'râf, 7/172; Rûm, 30/30).
Tasavvufta ve İslam Fıkhı’nda çok işlenen konulardan biri olan Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve keyfiyeti konusunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşler ve kimileri bu toplantının cennette kimileri ise dünyada yapıldığını, kimileri toplu halde olup kimileri ise ferdi bir sözleşme olduğunu belirtmişlerse de ortak olan görüş; böyle bir sözleşmenin ( ahitleşmenin) olduğu ve Allah’ ın insanları, sırf bu ahit dolayısıyla hesaba çekeceğidir. Buna göre Allah; Mahşer gününde kendisine isyan eden ya da emirlerine karşı gelen kullarını, ruhları yarattığında, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna karşılık olarak kendisine "Belâ / evet" dediği halde sonradan neden ahdine vefa göstermediğini, neden sözünden döndüğünü, niçin bu sözleşmeden caydığını soracak, öncelikle ve özellikle ahde vefa gösterilmemesi sebebiyle hesaba çekip cezalandıracaktır. Bu açıdan bakıldığında Elest Bezmi, ibadetle ilgili değil, itikatla ilgilidir. Ve insan önce ibadetlerinden değil, itikadından ve imanından dolayı hesap verecektir.
Ruhlarımız, “Elestü bi-Rabbikum?”
sorusuna karşılık olarak, Arapça’ da "Evet" anlamına gelebilecek pek çok
kelime arasından neden “belâ” yı seçmiştir? Belâ, gam, musibet, azap, imtihan
demektir. Evet, hayhay, peki anlamlarındadır. Tasavvufi anlamı ise Hakkın
kulunu denemesi, kendisinde mevcut olan iyi hallere gerçekte sahip olup
olmadığını ona fiilen göstermesi, bu maksatla onu sıkıntıya sokması ve azap çektirmesidir.
Mutasavvıflara göre kul, belâyı kendisi istemeyince Allah neden ona bela versin
ki?! Derler ki;
“Kula bela gelmez, Hakk yazmadıkça;
Hakk bela yazmaz, kul azmadıkça…”
Kulun Hakk'a yakınlığı, ondan
gelen eza ve cefâlara samimi surette katlanması nispetinde olur.
Tasavvufta aşkın ortaya çıktığı
yer de Bezm-i Elest olarak kabul edilmiştir. Burada Allah' ın güzelliğinden bir
parça gören kul, dünyaya geldiğinde bu güzelliğin arayışı içinde olur ve fani
dünyada da o güzelliği bulduğu kişiye âşık olurmuş. Aslında âşık olduğumuz şey
karşımızdaki beşer değil de, Allah’ ın bir zerrecik nurunun bir bedende hayat
bulmuş haliymiş. Bu dünyadaki mecazi aşkların tamamı aslında İlahi aşka
erişmenin yollarından biri imiş ve aşk yolunda kendinden geçenler ancak gerçek
aşkı bulabilirmiş..
Zira; aşk, bir esrikliktir; aklın
baştan gitmiş halidir. Mevlana der ki; “
Ey akıl! Çık git başımdan, zira aşk geldi!” Aklın kimyası ile aşkın kimyası
başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. "Aman sakın kendini !"
diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği "bırak kendini koy
gitsin!" Akıl kolay kolay yıkılmaz, aşk ise kendini yıpratır,
harap düşer. Âşık da bütün benliğini saran bu aşkla vuslata erer, kainatı
o gözle görür ve her zerrede O’ nu görmeye başlar.
Klasik aşk hikayelerini
bilirsiniz.. Bizde Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, batıda en
meşhuru Romeo ve Julyet vardır. Bir de Leyla ile Mecnun vardır. Bu hikayeyi
herkes az çok bilir ama hikayede adı geçen Mecnun’ un gerçek adının Kays
olduğunu kaç kişi bilir.. Ya da neden diğer hikayelerdeki erkek kahramanların
adı değişmemiştir de Kays’ ın adı Mecnun olmuştur? Bu hikayeyi diğerlerinden
ayıran en önemli özellik, işte bu isim değişmesinde yatmaktadır. Leyla ve
Mecnun’ daki aşkın yoğunluğu, niteliği, çeşidi ve derecesi diğer
hikayelerdekinden çok farklıdır ve Ferhat dağı delmiş olsa bile, işi sadece çölde
gezip Leyla’ yı aramaktan ibaret olan Mecnun kadar aşık olamamıştır. Zira
Mecnundaki aşk, aşkın boyut değiştirmiş halidir..
İşte Bezm-i Elest’ te, bütün
ruhlar da, Mecnun’ un aşkı gibi bir aşkla
öyle mest olmuştur ki; hâlâ o sarhoşluk içindedirler
ve "belâ" (evet) sözünü söyledikten sonra da türlü türlü
belâ’ ya (musibetlere) uğramışlar, ancak yine de bu sevdadan vazgeçmemişlerdir.
Bu sözden itibaren ruhlar, hicrana düşmüşler ve vuslatı arar olmuşlardır. Bu yüzden midir aşkın “kal u belâ” dan beri,
cana bela olması, kim bilir?
Fatih’in veziri olan şâir Ahmet
Paşa bir beytinde, bu hicranı ve aşkındaki sadakati ve tutarlılığı anlatabilmek
için demiş ki;
“Cânıma bir merhaba
sundu ezelde çeşm-i yâr,
Şöyle mest oldum ki
gayrın merhabâsın bilmedim”
İstiklal Marşı’ nın şairi Mehmet
Akif’ in yazdığı ve Şerif İçli tarafından Hüseyni makamında bestelenen bir şarkının
sözleri de şu şekildedir:
“Ezelden âşinânım ben
ezelden hem-zebânımsın
Beraber ahde bağlandık ne olsan yâr-i cânımsın
Ne olsan zerrenim kalbimde hâlâ çarpar esrârın
Gel ey canân gel ey cân kalmasın ferdâya dîdârın...”
Beraber ahde bağlandık ne olsan yâr-i cânımsın
Ne olsan zerrenim kalbimde hâlâ çarpar esrârın
Gel ey canân gel ey cân kalmasın ferdâya dîdârın...”
Bu şarkı herkes tarafından çok
güzel bir aşk şarkısı olarak bilinir, yıllardır söylenir, söyletilir ama
arkasında yatan düşünceyi ve şarkının aslında Elest Bezmi’ ni anlattığını
sadece erbabı bilir..
Konu aşka gelince – aşkın
kendisin çok sevdiğimdendir sanırım - genelde dağılıyorum, konuyu uzatıyorum
maalesef ama bu yazıda ayrıca anlatmayı istediğim bir konu da, bu dünyada öyle
veya bir şekilde bir araya gelen, birbirlerini gören, bir şekilde ilişkiye
giren insanların aslında birbirlerine hiç de uzak olmadıkları, ezelden beri
birbirlerini tanıdıkları gerçeğini anlatmaktır.
“Ezel bezmi öyle bir meclis idi
ki, orada yan yana olanlar, yakın olanlar, birbirlerini görenler, birbirleriyle
konuşanlar bu dünyaya geldiklerinde de birbirleriyle yan yana ve yakın olur,
buluşur veya konuşurlar. İnsanlar arasındaki çağ farkları, uzaklık ve
yakınlıklar ile bigânelik ve aşinalığın temeli işte o ezel gününe dayanır. Bu
durumda dünya, ezelde kader olarak yazılanın vuku bulduğu (kaza) bir duraktır;
o kadar. Bu durakta aşkın ve âşığın nasîbi de ezel günündeki durumuyla bağlantılı
olarak bu dünyada görünürlük ve yaşanırlık kazanır.” der İskender Pala.
Allah, Bezm-i Elest’ te
insanlardan, kendisine itaat sözü aldığı gün, sadece insanların kendi nefislerini
değil, yanındaki, yöresindeki insanları da bu söze şahit tutmuştur. Yani; bu
dünyada ne kadar çok insanla bir araya geliyor ve ne kadar çok insanın gözü
önünde duruyorsanız biliniz ki; hem ezelde hem de ebette ( mahşerde) o kadar
çok şahidiniz vardır. Bunun doğal sonucu olarak da; şayet siz,
televizyoncuların tabiri ile 75 milyonun sizi izlediği bir ortamda, herkesin
gözü önünde itaatsizlik yapıyor ve suç işliyorsanız, sanmayın ki bu işler gizli
saklı kalacaktır. Bu insanların tamamı, hesap günü geldiğinde sizin nefsiniz
dışında size şahitlik edecek ve kaçacak bir yeriniz, korunacak bir yasanız
olmayacaktır.
Derler ki; “ İki kişinin bildiği şey sır
değildir.” İki kişinin bildiği şey bile sır değilken 75 milyonun
bildiğini nasıl sır olarak saklayacaksınız.. Bu arada 75 milyonun gözü önünde
olmayıp da iki kişi ile suç işleyenlere ya da öyle sananlara da şunu
hatırlatmakta fayda var.. Siz işlediğiniz suçların şahidi yok sanıyorsanız
eğer, boşuna böyle bir hayale kapılmayın.. Zira; Fetih Suresi’nin 28. ayetinde
denir ki: “ …ve kefâ billâhi şehîdâ ” yani “Şahit olarak Allah yeter !..”
Aşk ile yaşayın ve ahdinize bağlı
kalın dostlarım….
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil