Merhaba dostlarım;
Sizlere bir iyi bir de kötü haberim var!
Farkında mısınız bilmiyorum ama son zamanlarda hepimiz ortak bir noktada
birleşiyoruz: “Ülke olarak çok zor günlerden geçiyoruz !..” Ortak bir noktada
birleşmek, toplumsal birliğin sağlanması adına güzel bir olay bu iyi haber;
ancak birliğin böyle bir konuda sağlanmış olması hoş değil bu da kötü haber..
Üzerinde ortak bir noktaya varılan ve
son zamanlarda çok fazla telaffuz edilen diğer bir konu da “Ülke olarak toplumsal uzlaşmaya
ve barışa ihtiyacımız var” Her ne kadar bazılarının söylemlerinden böyle
bir gerekliliğin olmadığı, aksine toplumun belli bir kesiminin diğer kesimi ile
karşı karşıya getirilmeye çalışıldığı izlenimi uyansa da sanırım toplum burada
da haklı görüşte.
Barış, düşmanlığın olmaması, kötülükten, kavgalardan, savaşlardan kurtuluş, uyum,
birlik, bütünlük, sükûnet, sessizlik, huzur içinde yaşamak olarak
tanımlanabilir.
Tarihsel bakımdan birden çok barış
kavramına rastlanır. Bu kavramlar genellikle daha zengin bir barış kavramını
ortaya çıkarmak üzere bir araya getirilebilecek farklı düşüncelerin
taşıyıcısıdırlar. Batılı düşünce geleneğinde en önemli olanı Roma’nın “pax
ab-sctilia belli” anlayışı olup, barışın, zıddı olan bir kavramla açıklanması
ve ülkeler arasında savaşın olmayışıdır. Yunanca divite, Arapça selâm, İbranice
şııloın ve Japonca keiwa kelimeleri ise Batılı Pax’ dan farklı bir anlam ifade
eden, adalet ve ahenk (kurtuluş) gibi kelimeler yardımıyla daha iyi anlaşılabilecek
kavramlardır.
Bir Kızılderili atasözünde şöyle denir: “ Üç
çeşit barış vardır: Birinci barış, en önemli barıştır. İnsan ruhundadır o.
İnsan, kâinatla ve kâinatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini
fark ettiğinde, kâinatın merkezinde Büyük Ruh'un durduğunu ve bu merkezin her
yerde, her birimizin içinde olduğunu fark ettiğinde birinci barış sağlanmıştır.
Bu gerçek barıştır, diğerleri sadece bunun akisleridir. İkinci barış iki fert
arasında olan barıştır. Üçüncü barış ise iki millet arasında yapılır. Fakat
hepsinden önce, anlamalısınız ki 'gerçek barış' dediğim birinci barış yani
insanın ruhundaki barış yoksa ne fertler ne de milletler arasında barış
olabilir.”
Barış düşüncesini savunanlar meselenin
anayasal düzenlemeler yoluyla çözüme kavuşmasından çok uluslararası
çatışmaların sebepleri konusundaki değer yargılarına ağırlık verirler.
Gerilimsiz, şiddetsiz, ideal bir uyumlu toplum yaratıldığında barışa
kavuşulabileceği inancını taşırlar. Dolayısıyla barış düşüncesi sadece ferdin ahlakî
sorumluluğa dayalı erdemli tutumlara olan ihtiyacını açıkça dile getirenlerin
düşüncesi olagelmiştir. Bu haliyle barış düşüncesi kötülüklerin reddi ve
tamamen ferdî çözümlerin uygulanmasına indirgenebilir.
Hepinizce bilindiği üzere; insanlar
yüzyıllar boyunca barış ve sevgi üzerine güzellemeler düzmüşler, bu konuyu
şiirlerinde, romanlarında, filmlerinde vs tüm yazılı ve görsel ürünlerde bolca
işlemişlerdir. İnsanların sürekli olarak Barış, kardeşlik ve sevgiden
bahsetmelerine rağmen, Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIRPI),
1980’li yılların başında yayımladığı bir rapora göre günümüze kadar 300 yılı
aşkın süre içinde insanlar yalnızca 26 gün birbirlerini öldürmeden yaşamışlar.
Bir ay bile değil… Savaşsız geçen bu günler için dünyada 26 gün barış ortamı
yaratıldı denebiliyor mu? Hayır. Bu 26 gün savaşsız geçmiş de olsa, bir
rastlantı sonucu savaşların aynı anda “ateşkes” ilan etmelerinden kaynaklanan
“münferit” günlerin toplamı. Eğer bu 26 gün ardı ardına gelen 26 gün olsaydı,
kalıcı olmasa da, bir “barış” ortamından söz etmek mümkün olabilirdi belki, ama
hiç öyle değil. Yani, neredeyse dünya kuruldu kurulalı, iki gün arka arkaya
bizim anladığımız anlamda “barış” hiç gerçekleşmemiş.
Büyük İskender fethettiği son
toprakların sınırında oturup ağlar... Kendisine bunun nedenini soran askerine
şunu söyler: “ Fethedilecek başka toprak kalmadı; ondan ağlıyorum...”
Görüleceği üzere; elde edememenin
verdiği o kasıp kavuran duygu ile elde etmiş olmanın yarattığı o sıkıntı; bunu
takiben yeni elde edileceklerin hayali ve bitmez tükenmez yeni tutkuların,
isteklerin peşinde koşan liderler, yüzyıllar boyunca barış, sevgi ve hoşgörü
yerine savaşmayı tercih etmiş, kendisini destekleyen insanlara da barışı ve
sağduyuyu aşılayacak, buna teşvik edecek yerde kavgayı telkin etmiştir.
Seçim atmosferine girdiğimiz şu günlerde
hangi parti lideri olursa olsun miting meydanlarında söylenen sözler de günümüz
İskenderleri’ nin halinin de geçmişteki misallerinden farklı olmadığını
göstermektedir.
Hintli Şair Sri Chinmoy Ghose demiş ki; “
Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde,
dünya barışı tanıyacaktır.” O zaman sevgi kavramına da biraz değinmek
gerekiyor sanırım..
Yardımseverlik, saygı ve sorumluluk
duygusu gibi insanı geliştiren özelliklerin kökeninde sevme yeteneği yatar. Üretici bir biçimde seven bir kimse, kendini
de sever. Yalnızca başkalarını seven bir kimse ise, aslında hiç kimseyi
sevmiyor demektir. Kendini sevmek ve kendisiyle ilgilenmek denildiğinde
sanılıyor ki, kişi hep kendi çıkarını öne alacak. Hâlbuki bununla kastedilen,
kişinin kendi gerçek özü ve benliği ile ilgilenmesi olayıdır. Gerçek özüne
inebilen bir insan, orada gerçek sevgi ile karşılaşır ve kendisini sevmenin,
aslında bütün insanları ve tüm evreni sevmek olduğunu da anlar.
Sevgi pasif bir duygu değil, tam tersine
bir aktivitedir. Sevginin aktif karakterinin en genel tanımını, onun bir
“almak” değil, “vermek” eylemi olduğunu söyleyerek yapabiliriz. Sevgi, bir kişinin
kendi benliği dışına taşarak, bir başka insan ya da bir şeyle bir olması ve
bütünleşmesidir. Ama bu bir oluşun tek bir şartı vardır, o da bu iki ayrı
varlığın kendi bütünlük ve benliklerinin korunması, yani ortadan yok
olmamasıdır.
Üzerinde yaşadığımız topraklar,
uygarlıkların doğup geliştiği, pek çok ulusa ve kültüre yurtluk yapan bir
coğrafyadır. Anadolu' nun Türkler tarafından yurt tutulmasından sonra Anadolu
kültürüne ışık tutan Mevlâna Celâleddin Rumî' ve Yunus Emre gibi yaşadıkları
çağı aşarak mesajlarını günümüz insanına kadar ulaştırabilen bilim çevrelerinde
ve popüler çevrelerde, dünya çapında tanınan inanç ve hoşgörü önderleri
yetişmiştir.
Türk kültüründeki engin hoşgörü
düşüncesinin mimarlarından olan Mevlâna Celâleddin Rumî' nin evrensel hoşgörü
mesajı; farklı din, dil ve kültürden olan insanları aynı coğrafyada birlikte
barışla ve sevgiyle yaşamalarını sağlayarak kaynaştırmıştır. Bütün insanları
kucaklayan bu düşünce yerelden ulusala, ulusaldan evrensele yayılarak evrensel
bir boyut kazanmıştır. Mevlâna, Anadolu kültürel mirasını devralarak bu
kültürel mirasa sevgi ve hoşgörü mayasını katarak, bu düşüncelerini gelecek
kuşaklara, günümüze taşımıştır. Mevlâna ışığı günümüz insanlarına sevgi ve
hoşgörü düşüncesiyle birleştirici bir şemsiyedir. Mevlâna İslam sufiliğini Türk
geleneksel kültür zevki ve yapısına göre yeniden yorumlamıştır. Mevlâna farklı
tasavvuf telakkilerini yepyeni bir sistemde bağdaştıran bir mutasavvıftır.
Mevlâna' da insan olabilmenin, kendini bilmenin sırlarına erme vardır.
Çevresindekiler, bu düşüncelerinde kendilerinden olan birer parça gördüler.
Mevlâna düşüncesinin bu denli yayılmasının sırrı budur.
Günümüzde bütün dünya insanlarını ortak
paydada, ortak kimlikte birleştirme çabası insanları etkilemektedir. Örneğin "
Gel, kim olursan ol gel " diyen Mevlâna' nın Mevlevi kimliği, dini
bir kimlik olmaktan daha çok hoşgörüyü esas alan bir kültürel kimliktir.
Mevlâna' nın sunduğu insan sevgisini ve hoşgörüyü, diğer tüm kimliklerin
üzerine şemsiye olarak aldığı bir kültürel kimliktir.
Sevginin gücüne ve neler yapabileceğine
ilişkin güzel bir hikâye de vardır:
Bir Sosyoloji Profesörü öğrencilerine
ilginç bir ödev vermiş. Öğrenciler, şehrin fakir gecekondu semtlerinden birine
gidecek, orada yaşayan gençlerle görüşüp, önceden hazırladıkları anket
sorularını soracaklar, anket bitince de, görüştükleri gençleri ileride nasıl
bir gelecek beklediğine dair tahminî bir rapor yazacaklarmış.
Bu öğrenciler, ödevleri gereği tam 200
gençle görüşmüş ve anket yapmışlar. Sonunda hazırladıkları raporda ise, bu 200
gencin her biri için, aşağı yukarı aynı şeyi yazmışlar: " Hiç şansı yok! Yirmi
yaşına kadar, ölmez ya da birini öldürüp hapse girmezse, hayatını — en iyi
ihtimalle — limanda hamallık yaparak geçirir."
Aradan tam yirmi beş yıl geçmiş. Aynı
üniversitede görevli bir başka sosyoloji profesörü, üniversitenin kütüphanesinde
o 200 genç hakkında hazırlanan anket ve raporları bulmuş. Sonra kendi
öğrencilerinden oluşturduğu bir gruptan, raporlarda adı geçen gençlerin
akıbetlerini araştırıp, bugün ne durumda olduklarına dair başka bir rapor
yazmalarını istemiş.
Öğrenciler, listede adı bulunanlardan,
ölen ve başka şehirlere taşınan 20 kişi hariç, 180 tanesini bulmayı
başarmışlar. Bu 180 kişinin 176'sı, doktor, avukat, iş adamı, politikacı, gibi
küçümsenemeyecek kariyerler edinmişler.
Her iki raporu karşılaştıran profesör,
oldukça şaşırmış. Bu olayın üzerine gitmeye karar vermiş ve kendisine
ulaşılabilen bu 176 kişiye, başarılarını neye borçlu olduklarını sormuş. Hepsi
de aynı cevabı vermiş: "Öğretmenimize!"
Profesör, adı geçen öğretmenin hâlâ
yaşadığını ve yakınlarda bir yerlerde oturduğunu öğrenip, büyük bir merak ve
saygı ile ziyaretine gitmiş.
Öğretmen oldukça yaşlı ama dinç bir
hanımmış. Profesör, her iki rapor hakkında kendisini bilgilendirdikten sonra,
bu fakir gecekondu mahallesindeki çocukların başarılı olmaları için nasıl
sihirli bir formül kullandığını sormuş.
Duydukları karşısında gözleri parıldayan
yaşlı kadın, hafif bir gülümsemeyle: "Çok basit," demiş, “ Ben
o çocukları çok sevdim!"
Barış içinde ve sevgiyle kalın….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder