15 Mart 2014 Cumartesi

Barışa, barış için de sevginin gücüne ihtiyacımız var !..

Merhaba dostlarım;

Sizlere bir iyi bir de kötü haberim var! Farkında mısınız bilmiyorum ama son zamanlarda hepimiz ortak bir noktada birleşiyoruz: “Ülke olarak çok zor günlerden geçiyoruz !..” Ortak bir noktada birleşmek, toplumsal birliğin sağlanması adına güzel bir olay bu iyi haber; ancak birliğin böyle bir konuda sağlanmış olması hoş değil bu da kötü haber..

Üzerinde ortak bir noktaya varılan ve son zamanlarda çok fazla telaffuz edilen diğer bir konu da “Ülke olarak toplumsal uzlaşmaya ve barışa ihtiyacımız var” Her ne kadar bazılarının söylemlerinden böyle bir gerekliliğin olmadığı, aksine toplumun belli bir kesiminin diğer kesimi ile karşı karşıya getirilmeye çalışıldığı izlenimi uyansa da sanırım toplum burada da haklı görüşte.

Barış, düşmanlığın olmaması, kötülükten, kavgalardan, savaşlardan kurtuluş, uyum, birlik, bütünlük, sükûnet, sessizlik, huzur içinde yaşamak olarak tanımlanabilir.

Tarihsel bakımdan birden çok barış kavramı­na rastlanır. Bu kavramlar genellikle daha zengin bir barış kavramını ortaya çı­karmak üzere bir araya getirilebilecek farklı düşüncelerin taşıyıcısıdırlar. Batılı düşünce ge­leneğinde en önemli olanı Roma’nın “pax ab-sctilia belli” anlayışı olup, barışın, zıddı olan bir kavramla açıklanması ve ülkeler arasında savaşın olmayışıdır. Yunanca divite, Arapça selâm, İbranice şııloın ve Japonca keiwa kelimeleri ise Batılı Pax’ dan farklı bir an­lam ifade eden, adalet ve ahenk (kurtuluş) gibi kelimeler yardımıyla da­ha iyi anlaşılabilecek kavramlardır.

Bir Kızılderili atasözünde şöyle denir: “ Üç çeşit barış vardır: Birinci barış, en önemli barıştır. İnsan ruhundadır o. İnsan, kâinatla ve kâinatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini fark ettiğinde, kâinatın merkezinde Büyük Ruh'un durduğunu ve bu merkezin her yerde, her birimizin içinde olduğunu fark ettiğinde birinci barış sağlanmıştır. Bu gerçek barıştır, diğerleri sadece bunun akisleridir. İkinci barış iki fert arasında olan barıştır. Üçüncü barış ise iki millet arasında yapılır. Fakat hepsinden önce, anlamalısınız ki 'gerçek barış' dediğim birinci barış yani insanın ruhundaki barış yoksa ne fertler ne de milletler arasında barış olabilir.”

Barış düşüncesini savunanlar meselenin anayasal düzenlemeler yoluyla çözüme kavuşmasından çok uluslararası çatışmaların sebepleri konusundaki değer yargılarına ağırlık verirler. Gerilimsiz, şiddetsiz, ideal bir uyumlu toplum yaratıldığında barışa kavuşulabileceği inancını taşırlar. Dolayısıyla barış düşüncesi sadece ferdin ahlakî sorumluluğa dayalı erdemli tutumlara olan ihtiyacını açıkça dile getirenlerin düşüncesi olagelmiştir. Bu haliyle barış düşüncesi kötülüklerin reddi ve tamamen ferdî çözümlerin uygulanmasına indirgenebilir.

Hepinizce bilindiği üzere; insanlar yüzyıllar boyunca barış ve sevgi üzerine güzellemeler düzmüşler, bu konuyu şiirlerinde, romanlarında, filmlerinde vs tüm yazılı ve görsel ürünlerde bolca işlemişlerdir. İnsanların sürekli olarak Barış, kardeşlik ve sevgiden bahsetmelerine rağmen, Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIRPI), 1980’li yılların başında yayımladığı bir rapora göre günümüze kadar 300 yılı aşkın süre içinde insanlar yalnızca 26 gün birbirlerini öldürmeden yaşamışlar. Bir ay bile değil… Savaşsız geçen bu günler için dünyada 26 gün barış ortamı yaratıldı denebiliyor mu? Hayır. Bu 26 gün savaşsız geçmiş de olsa, bir rastlantı sonucu savaşların aynı anda “ateşkes” ilan etmelerinden kaynaklanan “münferit” günlerin toplamı. Eğer bu 26 gün ardı ardına gelen 26 gün olsaydı, kalıcı olmasa da, bir “barış” ortamından söz etmek mümkün olabilirdi belki, ama hiç öyle değil. Yani, neredeyse dünya kuruldu kurulalı, iki gün arka arkaya bizim anladığımız anlamda “barış” hiç gerçekleşmemiş.

Büyük İskender fethettiği son toprakların sınırında oturup ağlar... Kendisine bunun nedenini soran askerine şunu söyler: “ Fethedilecek başka toprak kalmadı; ondan ağlıyorum...”

Görüleceği üzere; elde edememenin verdiği o kasıp kavuran duygu ile elde etmiş olmanın yarattığı o sıkıntı; bunu takiben yeni elde edileceklerin hayali ve bitmez tükenmez yeni tutkuların, isteklerin peşinde koşan liderler, yüzyıllar boyunca barış, sevgi ve hoşgörü yerine savaşmayı tercih etmiş, kendisini destekleyen insanlara da barışı ve sağduyuyu aşılayacak, buna teşvik edecek yerde kavgayı telkin etmiştir.

Seçim atmosferine girdiğimiz şu günlerde hangi parti lideri olursa olsun miting meydanlarında söylenen sözler de günümüz İskenderleri’ nin halinin de geçmişteki misallerinden farklı olmadığını göstermektedir.

Hintli Şair Sri Chinmoy Ghose demiş ki; “ Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacaktır.” O zaman sevgi kavramına da biraz değinmek gerekiyor sanırım..

Yardımseverlik, saygı ve sorumluluk duygusu gibi insanı geliştiren özelliklerin kökeninde sevme yeteneği yatar. Üretici bir biçimde seven bir kimse, kendini de sever. Yalnızca başkalarını seven bir kimse ise, aslında hiç kimseyi sevmiyor demektir. Kendini sevmek ve kendisiyle ilgilenmek denildiğinde sanılıyor ki, kişi hep kendi çıkarını öne alacak. Hâlbuki bununla kastedilen, kişinin kendi gerçek özü ve benliği ile ilgilenmesi olayıdır. Gerçek özüne inebilen bir insan, orada gerçek sevgi ile karşılaşır ve kendisini sevmenin, aslında bütün insanları ve tüm evreni sevmek olduğunu da anlar.

Sevgi pasif bir duygu değil, tam tersine bir aktivitedir. Sevginin aktif karakterinin en genel tanımını, onun bir “almak” değil, “vermek” eylemi olduğunu söyleyerek yapabiliriz. Sevgi, bir kişinin kendi benliği dışına taşarak, bir başka insan ya da bir şeyle bir olması ve bütünleşmesidir. Ama bu bir oluşun tek bir şartı vardır, o da bu iki ayrı varlığın kendi bütünlük ve benliklerinin korunması, yani ortadan yok olmamasıdır.

Üzerinde yaşadığımız topraklar, uygarlıkların doğup geliştiği, pek çok ulusa ve kültüre yurtluk yapan bir coğrafyadır. Anadolu' nun Türkler tarafından yurt tutulmasından sonra Anadolu kültürüne ışık tutan Mevlâna Celâleddin Rumî' ve Yunus Emre gibi yaşadıkları çağı aşarak mesajlarını günümüz insanına kadar ulaştırabilen bilim çevrelerinde ve popüler çevrelerde, dünya çapında tanınan inanç ve hoşgörü önderleri yetişmiştir.

Türk kültüründeki engin hoşgörü düşüncesinin mimarlarından olan Mevlâna Celâleddin Rumî' nin evrensel hoşgörü mesajı; farklı din, dil ve kültürden olan insanları aynı coğrafyada birlikte barışla ve sevgiyle yaşamalarını sağlayarak kaynaştırmıştır. Bütün insanları kucaklayan bu düşünce yerelden ulusala, ulusaldan evrensele yayılarak evrensel bir boyut kazanmıştır. Mevlâna, Anadolu kültürel mirasını devralarak bu kültürel mirasa sevgi ve hoşgörü mayasını katarak, bu düşüncelerini gelecek kuşaklara, günümüze taşımıştır. Mevlâna ışığı günümüz insanlarına sevgi ve hoşgörü düşüncesiyle birleştirici bir şemsiyedir. Mevlâna İslam sufiliğini Türk geleneksel kültür zevki ve yapısına göre yeniden yorumlamıştır. Mevlâna farklı tasavvuf telakkilerini yepyeni bir sistemde bağdaştıran bir mutasavvıftır. Mevlâna' da insan olabilmenin, kendini bilmenin sırlarına erme vardır. Çevresindekiler, bu düşüncelerinde kendilerinden olan birer parça gördüler. Mevlâna düşüncesinin bu denli yayılmasının sırrı budur.

Günümüzde bütün dünya insanlarını ortak paydada, ortak kimlikte birleştirme çabası insanları etkilemektedir. Örneğin " Gel, kim olursan ol gel " diyen Mevlâna' nın Mevlevi kimliği, dini bir kimlik olmaktan daha çok hoşgörüyü esas alan bir kültürel kimliktir. Mevlâna' nın sunduğu insan sevgisini ve hoşgörüyü, diğer tüm kimliklerin üzerine şemsiye olarak aldığı bir kültürel kimliktir.
  
Sevginin gücüne ve neler yapabileceğine ilişkin güzel bir hikâye de vardır:

Bir Sosyoloji Profesörü öğrencilerine ilginç bir ödev vermiş. Öğrenciler, şehrin fakir gecekondu semtlerinden birine gidecek, orada yaşayan gençlerle görüşüp, önceden hazırladıkları anket sorularını sora­caklar, anket bitince de, görüştükleri gençleri ileride nasıl bir gelecek beklediğine dair tahminî bir rapor ya­zacaklarmış.

Bu öğrenciler, ödevleri gereği tam 200 gençle görüşmüş ve anket yapmışlar. Sonunda hazırladıkları raporda ise, bu 200 gencin her biri için, aşağı yukarı aynı şeyi yazmışlar: " Hiç şansı yok! Yirmi yaşına kadar, ölmez ya da bi­rini öldürüp hapse girmezse, hayatını — en iyi ihtimal­le — limanda hamallık yaparak geçirir."

Aradan tam yirmi beş yıl geçmiş. Aynı üniversitede gö­revli bir başka sosyoloji profesörü, üniversitenin kü­tüphanesinde o 200 genç hakkında hazırlanan anket ve raporları bulmuş. Sonra kendi öğrencilerinden oluş­turduğu bir gruptan, raporlarda adı geçen gençlerin akıbetlerini araştırıp, bugün ne durumda olduklarına dair başka bir rapor yazmalarını istemiş.

Öğrenciler, listede adı bulunanlardan, ölen ve başka şehirlere taşınan 20 kişi hariç, 180 tanesini bulmayı başarmışlar. Bu 180 kişinin 176'sı, doktor, avukat, iş adamı, politikacı, gibi küçümsenemeyecek kariyerler edinmişler.

Her iki raporu karşılaştıran profesör, oldukça şaşır­mış. Bu olayın üzerine gitmeye karar vermiş ve kendi­sine ulaşılabilen bu 176 kişiye, başarılarını neye borç­lu olduklarını sormuş. Hepsi de aynı cevabı vermiş: "Öğretmenimize!"

Profesör, adı geçen öğretmenin hâlâ yaşadığını ve yakınlarda bir yerlerde oturduğunu öğrenip, büyük bir merak ve saygı ile ziyaretine gitmiş.

Öğretmen oldukça yaşlı ama dinç bir hanımmış. Pro­fesör, her iki rapor hakkında kendisini bilgilendirdik­ten sonra, bu fakir gecekondu mahallesindeki çocukla­rın başarılı olmaları için nasıl sihirli bir formül kullan­dığını sormuş.

Duydukları karşısında gözleri parıldayan yaşlı ka­dın, hafif bir gülümsemeyle: "Çok basit," demiş, “ Ben o çocukları çok sevdim!"


Barış içinde ve sevgiyle kalın….

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder