29 Mart 2014 Cumartesi

Tutkularımızı Yenebilmek

Büyük İskender fethettiği son toprakların sınırında oturup ağlar... Kendisine bunun nedenini soran askerine şunu söyler: “ Fethedilecek başka toprak kalmadı; ondan ağlıyorum...”
Elde edememenin verdiği o kasıp kavuran duygu ile elde etmiş olmanın yarattığı o sıkıntı; bunu takiben yeni elde edileceklerin hayali ve bitmez tükenmez yeni tutkuların, isteklerin peşinde koşan biz insanoğlunun yazgısı; bir kayayı her gün dağın tepesine çıkarıp akşamında taşın aşağıya düştüğüne tanık olan ve bu anlamsız çabayı sonsuza kadar her gün yaşayacağının bilincinde olan Sisifos’ a verilen cezadan ne farkı vardır?
Yunan mitolojisindeki Sisifos efsanesini bilir misiniz? Sisifos, Aeolus ile Enarete’ nin oğlu, Merope’ nin kocası ve Korint kentinin kurucu kralıdır. Sisifos, konukseverlik kurallarını ihlâl ederek yolcuları ve konukları öldürecek kadar açgözlü ve hilekâr bir kraldır. Homeros’ un aktardığına göre, Sisifos en hünerli insan olmasıyla ün salmıştı. Kuzenini baştan çıkarmış, erkek kardeşinin tahtını ele geçirmiş ve Zeus’un sırlarına özellikle Zeus’un nehir tanrısı Asopus' un kızı Aegina’ ya tecavüz ettiği sırrına – ihanet etmiştir. Bunun üzerine Zeus, Hades’ ten Sisifos’ u cehennemde zincire vurmasını istemiştir.

Ancak Sisifos ölmeden önce, karısına kendisi öldüğü vakit adet olduğu üzere kurban sunmamasını, en güzel giysilerini giyip, sokaklarda dans edip şarkılar söylemesini istemiştir. Böylece Sisifos, Yeraltı Dünyasında karısının onu ihmal ettiğinden yakınmış ve Yeraltı Kraliçesi Persefone’ yi karısından görevlerini yerine getirmesini istemek için bir kerecik olsun dünyaya geri dönmesine izin vermesi konusunda ikna etmiştir. Sisifos, Korint’ e varınca geri dönmeyi reddetmiş ve sonunda Hermes tarafından Yeraltı Dünyası’na geri götürülmüştür.

Hilekarlığının cezası olarak Sisifos tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkum edilmiştir. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında, uykusu gelmekte, kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisifos her sabah yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. Bundan dolayı, anlamsız veya bitmek tükenmek bilmeyen işler İngilizce’ de Sisyphean olarak tanımlanır. Şimdi bir an için oturup düşünelim bizler de Sisifos gibi tutku ve isteklerimize mahkum muyuz?

İnsanın içinde tutsak olduğu bu kısır döngüyü kusursuz bir şekilde ifade eden Schopenhauer, başyapıtı  “İrade ve Tasarım Olarak Dünya ”da şöyle der: “ Görüyoruz ki en ilkel haliyle tabiatın özü, o durup dinlenmek bilmeyen çabadır ki bu hakikat hayvan ve insanda en yüksek mahiyetindedir. İstemek, var kuvvetiyle çabalamak… İşte varlıklarının özü bundan ibarettir; tıpkı hiçbir zaman giderilemeyecek bir susuzluk gibi. Halbuki prensipte tüm istemlerin temelinde bir ihtiyaç, bir eksiklik yani ıstırap yatar; doğası itibariyledir ki zorunlu olarak ıstırabın kurbanı olurlar.
Fakat ne zamanki istek nesnesini yitirir (yani elde etmenin sonucunda arzu da yok olur), işte o zaman büyük ve korkunç bir boşluk içine düşülür, sıkıntı! O halde Hayat, tıpkı bir sarkaç gibi, sağdan sola yani ıstırap ile sıkıntı arasında salınır; zaten sonuçta onu meydana getiren iki ana unsur da bunlardır.”
İster iş hayatında, ister her türlü insani ilişkiler boyutunda tüm elde ettiklerimiz neredeyse göz açıp kapayıncaya kadar süren zevk anları yaşatır bize; ondan sonrası elde etmiş olduğumuz her ne ise ondan bunalmak ve yeni elde edileceklerin peşinde çektiğimiz acıdan ibarettir. Tıpkı bir aralar sıklıkla ekrana gelen bir otomobil reklamında olduğu gibi…
18. yüzyıla damgasını vurmuş başka bir büyük düşünür, J. J. Rousseau da Emile adlı eserinde bundan farklı bir yorum getirmez: “ Bizler için mümkün olan her şeyin ölçüsünü veren ve dolayısıyla arzularımızı, tatmin olurlar ümidiyle harekete geçiren ve besleyen hayal gücümüzdür. Fakat bir an için elimizin altında sandığımız nesne, onu kovalayabileceğimizden çok daha hızlı kaçar bizden. Bir an için tatmin olduğumuzu sanırız, ama bir sonraki anda, bizden çok uzaklardadır. Halbuki o ana kadar baştan başa ilerleyip geçtiğimiz o koca ülkeyi unuturuz ve önümüzde mutluluğa kavuşabilmek için aşmamız gereken yol gittikçe uzar da uzar… Böylece sona ulaşamadan tükeniveririz ve görürüz ki bir şeyleri elde ettikçe mutluluk bizden uzaklaşır.”
Bu bağlamda açıktır ki, isteklerimizin, daha kuvvetli bir ifadeyle tutkularımızın nesnesi sürekli değişmektedir. Değişmeyen tek şey kesintisiz “ istiyor ” olmamızdır. Asla doymayan “ istek ” insanı gerçek mutluluk olan iç huzurdan alıkoymaktadır. Özellikle her şeyin olabilecek en hızlı şekilde elde edilip, gene aynı hızda tüketildiği çağımızda; ıstırap ile sıkıntı arasındaki o ufacık zevk anının bile hissedilemeyecek kadar kısacık bir zamana hapsedildiğini hissetmiyor muyuz?
Birçok felsefi akım bu insanı içten içe tüketen halden kurtuluşu tahayyül etmiş ve hatta türlü  yollar geliştirmeye çalışmıştır. Özellikle antik çağ Yunan felsefesindeki kinizm gibi akımlarla başlayarak ascétisme’e (tüm zevklerden arınma) kadar varan bir çaba gösterilmiştir. Nitekim nefisle mücadele ve zevklerden arınma, hemen hemen tüm dinlerin ortak gayesi olmuş, oruç, çile çekme vb ibadetlerle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Fakat içeriği “ istemekten kurtulmak ” olsa dahi bir gayenin mevcudiyeti, hala “istiyor” olduğumuzun göstergesi değil midir? Bu tespit, uyandığımıza dair tamamen emin olduğumuzda, esasında hala uyuyor olduğumuzu fark ettiğimiz o ana benzemiyor mu? Bundan çıkan sonuç, o halde, kimsenin bu kısır döngüden çıkış yolunu gösteremeyeceği yönündedir. Bunun gerçekleşmesi için herhangi bir kişinin, insan tabiatının üstüne yükselip yukarıdan bakması ve çıkış yolunu görmesi gerekir. Görse dahi bizlere anlatabilecek midir? Bizler kendi tabiatımıza zorunlu olarak tabiyken, onu anlayabilir miyiz?
İnsanoğlu bütün gücüne, kudretine ve iradesine rağmen zaman zaman yersiz isteklere ve zaaflara düşmekten kendini alıkoyamayan bir varlıktır. Ruhumuzun derinliklerinde, doldurulamayan nice boşluklar, karanlık taraflar vardır. İnsan, bunların pençesine düşmeye görsün; bir anda yanlış eğilimlerinin ve zaaflarının kurbanı olur. Küçük çıkarlarını tatmin etmek isterken çok büyük kayıplara uğrar. Toplum içindeki saygınlığını ve seçkin yerini kaybediverir. Basit çıkarları ve kaprisleri uğruna hayatları mahvolmuş nice insanlar vardır.

Hakkına razı olmak, iyi yetişmiş, olgun ve erdemli insanların meziyetidir. Bazı insanların türlü felaketlere, kayıplara uğramalarının sebebi; aç gözlü olmaları, eldekiyle yetinmeyi bilmemeleridir. Bu insanlara hadlerini bilmeyenler de diyebiliriz. Bunlarda maddeye karşı tükenmez bir iştah vardır; doymak bilmeyen bir açgözlülükle gözleri daima yukarıda ve çoktadır. Hayatı bir çeşit kumar masası olarak kabul ederler. Daima daha fazla kazanmak için akıl ve mantık dışında hareket etmeyi bir alışkanlık haline getirirler. Tabii, şansları her zaman umdukları gibi yaver gitmez; çoğu kez, kazanacakları yerde ellerindekini kaybederler. Yatılı lise sınavına girdiğim zaman Kompozisyon sorusu olarak sorulan “ Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur ” atasözü, yaklaşık 28 yıldır unutmadığım ve sürekli olarak kendime hatırlattığım bir atasözüdür.

Dileğim odur ki; Rabbimiz bize, tutkularımızı basit isteklerimizden ayırt edebilme yolunda akıl ve hikmet, tutkularımızı yenebilme yolunda da kuvvet versin !..


23 Mart 2014 Pazar

Ben seni kesemem kara sakalım !...

Alman yazar Erich Maria Remarque' ın, savaşın korkunçluğunu ve anlamsızlığını ele alan "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" (Orijinal adı: Im Westen nichts Neues) isimli romanını duymuşsunuzdur.. 1930 yılında Lewis Milestone ' ın yönettiği aynı isimli bir sinema filmi de yapılmıştı.. Almanya' nın Nazi döneminde 1933 yılında gerçekleşen "Kitap yakılması" eylemlerinde bu roman da kurban düşmüştür.

Roman, I. Dünya Savaşı'na, bağnaz öğretmenlerinin kışkırttığı vatanseverlik duygularıyla gönüllü olarak katılan Alman gençlerinin, savaşın gerçekliği altında nasıl ezildiklerini son derece çarpıcı bir biçimde okuyucuya sunmaktadır. Remarque'ın bu romanın kahramanı, yaşama bağlılığını, yaşama sevincini öylesine yitirmiştir ki, bu yaşam dolu genç adam, önünde uzanan upuzun bir yaşama bakıp, "Varsın aylar, yıllar geçsin. Nasılsa bana getirecekleri bir şeyleri kalmadı" diyebilmektedir sonunda.

Kitap o derece meşhur olmuştur ki; kitabın adı daha sonra birçok dilde deyimleşmiş ve "zaman geçse de bazı şeylerin hiç değişmediğini" vurgulamak için kullanılmaya başlanmıştır.  

Ancak; ben bugün size kitaptan veya filmden bahsedecek değilim.. Kitabı okudum, filmi de izledim; her ikisini de tavsiye ederim. Benim bahsetmek istediğim şey, 28 Şubat' ın üzerinden bunca olay geçmesine, bir sürü yasal düzenleme getirilmesine ve demokratikleşme adına yapılan tüm girişimlere rağmen Orduevleri' nin sakallı insanlara bakışında ve her sakallıyı ............  olarak gören anlayışında hiçbir değişiklik olmaması...

Her sakallıdan sonrasını bilerek (............) bıraktım ki; siz orayı dilediğiniz biçimde doldurun...

Değişiklik olmadığını nereden mi biliyorum ? Bugün bizzat yaşadım da oradan biliyorum.. Efendim resimde gördüğünüz sakallarımla, Türkiye' de ve Avrupa' da dilediğim her yere girebildiğim halde; üstelik şu anda daha da kısa olan sakallarım yüzünden bugün misafir olarak davet edildiğim bir orduevine giremedim.. Orduevlerine girişte sakalın, başörtüsünün yasak olduğunu duymuştum ama dediğim gibi değişen koşullar ve Yönetmelik gereği bu yasağı çoktan geride bıraktığımızı düşünüyordum. Sakallı halimi de o kadar benimsemiş olacağım ki; kapıdaki asker söyleyene kadar aklıma böyle bir ihtimal gelmediği gibi; sakallarımın bile farkında değildim..

Görevli askerler, bana, içeride berber olduğunu dilersem tıraş olabileceğimi söylediler.. Sakallı olarak içeriye giremediğime göre içerideki berbere nasıl tıraş olabileceğimi sorarak meseleyi daha da karmaşık hale getirmemek adına bu soruyu içimde tuttum.. Herhalde yanıma bir muhafız verecekler ve berber dışında başka bir yere girmeme de müsaade etmeyeceklerdi. Ancak; beni tanımadıkları için şahsıma karşı herhangi bir tavırları olamayacağına göre doğrudan sakallarıma yapılan bu onur kırıcı hareketi de hazmedemediğim için " Ne sakallarımı keserim, ne de bu orduevine girerim" diyerek radikal tavrımı gösterdim.. Sakallarım bugüne kadar beni gittiğim her yerde takip etmiş, hiç yalnız bırakmamıştı.. Bugün de ben onları terk etmeyecektim !..

Daha önce başkalarının yaşadığı olaylardan haberdar olmam, mesleğim, kişiliğim, yaşım ne olursa olsun inisiyatif kullanamayacaklarını, bu yasağın muhatabının kendileri olmadığı anlamına gelen 'biz emirleri uyguluyoruz' dan başka bir tepki alamayacağımı bilmem - ki bende askerliğimi yaptığım için biliyorum - sebebiyle kapıdaki askerlere 'Hangi devirde yaşıyoruz, sakal yasağı mı kaldı, ne zaman değişeceksiniz?' gibi anlamsız sorular da sormayı gereksiz buldum..

Üzüldüğüm nokta beni davet eden dostlarımın benden daha fazla üzülmüş olması ve soruna (!) bir çözüm bulmaya çalışmalarıydı. Kendilerini teselli edip başka bir yere yönlendirinceye kadar fark ettim ki; sakallarım biraz daha uzadı ve artık geri dönülmez noktadaydık.. Bu nedenle sakallarım ve ben orduevini terk ettik. 

Biz bu yasağın değiştiğini biliyorduk meğer doğru ama eksik biliyormuşuz.. Sonradan konuyu araştırdığımda öğrendim ki; bu yasak sadece düğünler için kaldırılmış.. Orduevlerine Giriş Sırasındaki Kılık Ve Kıyafetleri Düzenleyen Yönetmelik, 17 Mayıs 2012 tarihinde değiştirilmiş ve Resmi Gazete' de yayımlanmıştı. Yönetmelikte yer alan ve düğün yapacakların riayet edeceği hususların belirlendiği özel anlaşma şartlarına ilişkin, ''Yaşının ilerlemesi nedeniyle dini inançlarına uygun olarak sade bir şekilde sakal bırakmış kişiler ile yaşlı annelerden yüzü açık olacak şekilde eşarplı olanların dışında; sakallı, cüppeli, sarıklı, takkeli, türbanlı vb. çağdaş olmayan kıyafetlerle gelenler, günlük sakal tıraşı olmamış ütüsüz ve kirli elbiselerle gelenler, yabancı uyruklu kişiler ordu evine giremezler.'' ibaresi kaldırılmış.. Yani düğünlerde sakal, türban, çarşaf, sarık, cüppe serbest; düğün dışında ise benim sakalımla bile girmek yasak !..

Kabul ediyorum, evet, kurumsal olarak bir kimliğiniz olabilir. Mesleğiniz içerisinde belli bir kılık - kıyafet, saç - sakal tıraşı, makyaj vs düzenlemesi yapar ve kurum personelinizin bu kurallara uymasını bekleyebilirsiniz.. Ama belki de hayatında bir defa orduevine girecek birisinden üstelik de tipinden ne olduğu anlaşıldığı halde aynı standartlara tabi olmasını istemenin antidemokratik bir hareket olduğunu söylemek malumun ilamı olmaktan öteye gitmese gerek. Ama görülüyor ki; bu konuda TSK ya laf anlatmak, bana sakal kestirmekten daha zor.. Anayasa' nın eşitlik ilkesine aykırılık, kişisel hak ve özgürlüklere saygı, ötekileştirme yasağına uymama vs vs konularına ise hiç girmiyorum.. 

Görünen o ki; mevzuubahis sakal olunca " Batı Cephesinde Değişen Bir Şey Yok " !..

Sırf merakımdan soruyorum, düğün dışında Süleyman gelse o da mı Orduevi' ne giremeyecekti !..


21 Mart 2014 Cuma

Bezm-i Elest

Farsça' daki "sohbet meclisi" anlamına gelen “bezm” sözcüğüyle Arapça'da "Ben değil miyim?" anlamındaki çekimli bir fiil olan “elestü”'den oluşan Bezm-i Elest terkibi, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabının yapıldığı ve ruhların da "Belâ / evet" diye cevap verdikleri meclis anlamında kullanılmaktadır. Allah ile insanlar arasında meydana gelen bu sözleşmeye misâk, kâlu belâ, rûz-i elest, bezm-i ezel, ahid, belâ ahdi gibi çeşitli isimler verilmiştir. Kur'ân'da aynı konuyla ilgili açık veya dolaylı ifadeler çeşitli sûrelerde yer almaktadır (A'râf, 7/172; Rûm, 30/30).

Tasavvufta ve İslam Fıkhı’nda çok işlenen konulardan biri olan Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve keyfiyeti konusunda İslâm âlimleri farklı görüşler ileri sürmüşler ve kimileri bu toplantının cennette kimileri ise dünyada yapıldığını, kimileri toplu halde olup kimileri ise ferdi bir sözleşme olduğunu belirtmişlerse de ortak olan görüş; böyle bir sözleşmenin ( ahitleşmenin) olduğu ve Allah’ ın insanları, sırf bu ahit dolayısıyla hesaba çekeceğidir. Buna göre Allah; Mahşer gününde kendisine isyan eden ya da emirlerine karşı gelen kullarını, ruhları yarattığında, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna karşılık olarak kendisine "Belâ / evet" dediği halde sonradan neden ahdine vefa göstermediğini, neden sözünden döndüğünü, niçin bu sözleşmeden caydığını soracak, öncelikle ve özellikle ahde vefa gösterilmemesi sebebiyle hesaba çekip cezalandıracaktır. Bu açıdan bakıldığında Elest Bezmi, ibadetle ilgili değil, itikatla ilgilidir. Ve insan önce ibadetlerinden değil, itikadından ve imanından dolayı hesap verecektir.

Ruhlarımız, “Elestü bi-Rabbikum?” sorusuna karşılık olarak, Arapça’ da  "Evet" anlamına gelebilecek pek çok kelime arasından neden “belâ” yı seçmiştir? Belâ, gam, musibet, azap, imtihan demektir. Evet, hayhay, peki anlamlarındadır. Tasavvufi anlamı ise Hakkın kulunu denemesi, kendisinde mevcut olan iyi hallere gerçekte sahip olup olmadığını ona fiilen göstermesi, bu maksatla onu sıkıntıya sokması ve azap çektirmesidir. Mutasavvıflara göre kul, belâyı kendisi istemeyince Allah neden ona bela versin ki?! Derler ki;

“Kula bela gelmez, Hakk yazmadıkça;
Hakk bela yazmaz, kul azmadıkça…”

Kulun Hakk'a yakınlığı, ondan gelen eza ve cefâlara samimi surette katlanması nispetinde olur. 

Tasavvufta aşkın ortaya çıktığı yer de Bezm-i Elest olarak kabul edilmiştir. Burada Allah' ın güzelliğinden bir parça gören kul, dünyaya geldiğinde bu güzelliğin arayışı içinde olur ve fani dünyada da o güzelliği bulduğu kişiye âşık olurmuş. Aslında âşık olduğumuz şey karşımızdaki beşer değil de, Allah’ ın bir zerrecik nurunun bir bedende hayat bulmuş haliymiş. Bu dünyadaki mecazi aşkların tamamı aslında İlahi aşka erişmenin yollarından biri imiş ve aşk yolunda kendinden geçenler ancak gerçek aşkı bulabilirmiş..

Zira; aşk, bir esrikliktir; aklın baştan gitmiş halidir. Mevlana der ki; “ Ey akıl! Çık git başımdan, zira aşk geldi!” Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. "Aman sakın kendini !" diye tembihler. Hâlbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği "bırak kendini koy gitsin!" Akıl kolay kolay yıkılmaz, aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Âşık da bütün benliğini saran bu aşkla vuslata erer, kainatı o gözle görür ve her zerrede O’ nu görmeye başlar. 

Klasik aşk hikayelerini bilirsiniz.. Bizde Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, batıda en meşhuru Romeo ve Julyet vardır. Bir de Leyla ile Mecnun vardır. Bu hikayeyi herkes az çok bilir ama hikayede adı geçen Mecnun’ un gerçek adının Kays olduğunu kaç kişi bilir.. Ya da neden diğer hikayelerdeki erkek kahramanların adı değişmemiştir de Kays’ ın adı Mecnun olmuştur? Bu hikayeyi diğerlerinden ayıran en önemli özellik, işte bu isim değişmesinde yatmaktadır. Leyla ve Mecnun’ daki aşkın yoğunluğu, niteliği, çeşidi ve derecesi diğer hikayelerdekinden çok farklıdır ve Ferhat dağı delmiş olsa bile, işi sadece çölde gezip Leyla’ yı aramaktan ibaret olan Mecnun kadar aşık olamamıştır. Zira Mecnundaki aşk, aşkın boyut değiştirmiş halidir..  
İşte Bezm-i Elest’ te, bütün ruhlar da,  Mecnun’ un aşkı gibi bir aşkla öyle mest olmuştur ki; hâlâ o sarhoşluk içindedirler ve "belâ" (evet) sözünü söyledikten sonra da türlü türlü belâ’ ya (musibetlere) uğramışlar, ancak yine de bu sevdadan vazgeçmemişlerdir. Bu sözden itibaren ruhlar, hicrana düşmüşler ve vuslatı arar olmuşlardır.  Bu yüzden midir aşkın “kal u belâ” dan beri, cana bela olması, kim bilir?

Fatih’in veziri olan şâir Ahmet Paşa bir beytinde, bu hicranı ve aşkındaki sadakati ve tutarlılığı anlatabilmek için demiş ki;

“Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr,
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim”

İstiklal Marşı’ nın şairi Mehmet Akif’ in yazdığı ve Şerif İçli tarafından Hüseyni makamında bestelenen bir şarkının sözleri de şu şekildedir:

“Ezelden âşinânım ben ezelden hem-zebânımsın
Beraber ahde bağlandık ne olsan yâr-i cânımsın
Ne olsan zerrenim kalbimde hâlâ çarpar esrârın
Gel ey canân gel ey cân kalmasın ferdâya dîdârın...”

Bu şarkı herkes tarafından çok güzel bir aşk şarkısı olarak bilinir, yıllardır söylenir, söyletilir ama arkasında yatan düşünceyi ve şarkının aslında Elest Bezmi’ ni anlattığını sadece erbabı bilir..

Konu aşka gelince – aşkın kendisin çok sevdiğimdendir sanırım - genelde dağılıyorum, konuyu uzatıyorum maalesef ama bu yazıda ayrıca anlatmayı istediğim bir konu da, bu dünyada öyle veya bir şekilde bir araya gelen, birbirlerini gören, bir şekilde ilişkiye giren insanların aslında birbirlerine hiç de uzak olmadıkları, ezelden beri birbirlerini tanıdıkları gerçeğini anlatmaktır.

“Ezel bezmi öyle bir meclis idi ki, orada yan yana olanlar, yakın olanlar, birbirlerini görenler, birbirleriyle konuşanlar bu dünyaya geldiklerinde de birbirleriyle yan yana ve yakın olur, buluşur veya konuşurlar. İnsanlar arasındaki çağ farkları, uzaklık ve yakınlıklar ile bigânelik ve aşinalığın temeli işte o ezel gününe dayanır. Bu durumda dünya, ezelde kader olarak yazılanın vuku bulduğu (kaza) bir duraktır; o kadar. Bu durakta aşkın ve âşığın nasîbi de ezel günündeki durumuyla bağlantılı olarak bu dünyada görünürlük ve yaşanırlık kazanır.” der İskender Pala.  

Allah, Bezm-i Elest’ te insanlardan, kendisine itaat sözü aldığı gün, sadece insanların kendi nefislerini değil, yanındaki, yöresindeki insanları da bu söze şahit tutmuştur. Yani; bu dünyada ne kadar çok insanla bir araya geliyor ve ne kadar çok insanın gözü önünde duruyorsanız biliniz ki; hem ezelde hem de ebette ( mahşerde) o kadar çok şahidiniz vardır. Bunun doğal sonucu olarak da; şayet siz, televizyoncuların tabiri ile 75 milyonun sizi izlediği bir ortamda, herkesin gözü önünde itaatsizlik yapıyor ve suç işliyorsanız, sanmayın ki bu işler gizli saklı kalacaktır. Bu insanların tamamı, hesap günü geldiğinde sizin nefsiniz dışında size şahitlik edecek ve kaçacak bir yeriniz, korunacak bir yasanız olmayacaktır.

Derler ki; “ İki kişinin bildiği şey sır değildir.” İki kişinin bildiği şey bile sır değilken 75 milyonun bildiğini nasıl sır olarak saklayacaksınız.. Bu arada 75 milyonun gözü önünde olmayıp da iki kişi ile suç işleyenlere ya da öyle sananlara da şunu hatırlatmakta fayda var.. Siz işlediğiniz suçların şahidi yok sanıyorsanız eğer, boşuna böyle bir hayale kapılmayın.. Zira; Fetih Suresi’nin 28. ayetinde denir ki: “ …ve kefâ billâhi şehîdâ ” yani “Şahit olarak Allah yeter !..”


Aşk ile yaşayın ve ahdinize bağlı kalın dostlarım….

Twitter ve Haberleşme Özgürlüğü


Hatırlarsınız geçtiğimiz günlerde ( 6 - 7 Mart’ ta) Sayın Başbakan, “ Gerekirse Youtube’ u ve Facebook’ u kapatırız” sözleriyle aslında bugünlere gelineceğinin sinyalini vermişti. O gün ben bunların arasında Twitter’ ı da eklemiştim ama bazı dostlarım İ. Melih Gökçek’ in önünün kapanacağı düşüncesiyle bunun mümkün olmadığını söylemişlerdi. Şaka yollu başlayan bu öngörü maalesef gerçek oldu !..
   
Malumunuz sosyal medya araçlarından biri olan Twitter dün gece saat 23.00 itibariyle kapatıldı.. Her ne kadar DNS ayarlarını değiştiren ve sizi Türkiye dışında başka bir ülkeden bağlanıyormuş gibi gösteren yardımcı programlar sayesinde Twitter’ a erişmek şimdilik mümkün ise de Twitter legal anlamda kapalı !…

Peki bu sürece nasıl gelindi, yapılan işlem ne kadar yasaldır, Anayasa’ ya göre temel hak ve özgürlükler çiğnenmiş midir, konuya bir bakalım istedim..

TC Anayasası’ nın “Temel Haklar ve Ödevler” başlıklı İkinci Kısmı’ nın, “Kişinin Hakları ve Ödevleri” başlıklı İkinci Bölümü’ nde konuya ilişkin bazı düzenlemeler var.

Anayasa’ nın “ C. Haberleşme hürriyeti” başlıklı 22. maddesine göre:
“MADDE 22- (Değişik: 3/10/2001-4709/7 md.)
Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır.

Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; haberleşme engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, karar kendiliğinden kalkar.

İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları kanunda belirtilir.”

Yine Anayasa’ nın “VIII. Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” başlıklı 26. maddesine göre ise;
“MADDE 26- Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.

(Değişik: 3/10/2001-4709/9 md.) Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.
(Mülga: 3/10/2001-4709/9 md.)
Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz.
(Ek fıkra: 3/10/2001-4709/9 md.) Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir.”

Burada dikkat edilmesi gereken kritik nokta aslında Anayasa hazırlayıcıların daha ilk başta,  Anayasa hazırlanırken özgürlükten çok istisnaya ağırlık vererek yasaklama eğilimi güttükleridir. Zira; yukarıda tam metinleri verilen hükümlerde yer alan kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel ahlâkın korunması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi” gibi istisnaların, sınırlarının net olarak belirlenememesi sebebiyle; istismara her zaman açık ve her halükarda yasaklama kararı verilebilmesine imkan tanıyan sebepler olduğu görülmektedir.

Peki Twitter’ ın kapatılmasının arkasındaki yasal gerekçeler neler ve bu kapatma nasıl gerçekleşti?

Başbakanlık Basın Müşavirliği, Başbakan Erdoğan'ın Bursa'daki "Twitter, mwitter kökünü kazıyacağız" sözlerine dün gece açıklık getirdiler ve “Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın bugün Bursa mitingindeki konuşmasında Twitter hususunda kullandığı ifadelerde, hukuki bir duruma işaret edilmektedir. Halihazırdaki durumda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bazı linklerin kaldırılmasına ilişkin mahkemelerden çıkarmış oldukları kararların uygulanması konusunda Twitter yetkililerinin duyarsız kaldıkları bir süreç söz konusudur. Nitekim bu süreç zarfında mahkeme kararları doğrultusunda TİB gerekli girişimlerde bulunmuş, ancak Twitter yetkilileri bu taleplere duyarsız kalmıştır. Mahkeme kararlarını umursamama, hukukun gereğini yerine getirmeme biçimindeki bu tutumda bir değişiklik gözlenmemesi halinde, vatandaşlarımızın mağduriyetini gidermek için teknik olarak, Twitter'e erişimin engellenmesinden başka çare kalmayabileceği belirtilmektedir. Başbakanımız da Bursa'daki konuşmasından bu olguya dikkati çekmiş bulunmaktadır” dediler.

Başbakanlık' tan yapılan bu açıklamadan sonra Twitter' a erişim kesildi. Türkiye'nin büyük bir kesiminde Twitter' a ulaşımın sağlanamadı ve saat 23.00 itibariyle de erişimin engellendiği bildirildi.

TİB' den yapılan açıklamada, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'nın, 5651 sayılı kanun ve diğer ilgili mevzuat hükümlerine göre çalışmalarını yürüttüğü anımsatıldı. Vatandaşların şikâyetleri üzerine, Twitter' da kişilik haklarının ve özel hayatın gizliliğinin ihlali nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerince erişimi engelleme kararlarının verildiği kaydedilen açıklamada, şu ifadelere yer verildi: "Bu kararlar, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'na ulaşmış ve başkanlığımız tarafından içeriğin çıkarılması Twitter' dan istenmiştir. Ancak, mahkeme kararlarının uygulanması hususunda tüm iyi niyet çabalarımıza karşılık Twitter bu kararlara duyarsız kalmış ve mahkeme kararlarını tanımamıştır. Yurt dışı merkezli söz konusu internet sitesi Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinin vermiş olduğu kararları yok saymıştır. Bu nedenle, vatandaşlarımızın ileride telafisi mümkün olmayacak mağduriyetlerinin önlenmesi için başka bir seçenek kalmadığından mahkeme kararları doğrultusunda Twitter' a erişimin engellenmesi tedbiri uygulanmıştır. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı, hukuk devleti ilkesi çerçevesinde mahkeme kararlarını uygulamakla yükümlüdür. "Açıklamada, yurt dışı merkezli söz konusu internet sitesinin, Türk mahkemelerinin kararlarına uyarak hukuka aykırı içerikleri çıkardığı takdirde, TEDBİR AMAÇLI uygulanan erişimin engellenmesine son verileceği bildirildi.

Telekonomünikasyon İletişim Başkanlığı'nın internet sitesinde yapılan sorgulamada da "İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı (TMK 10. maddesi ile görevli)'nin 20.03.2014 tarih ve sayılı kararına istinaden TİB tarafından koruma tedbirinin uygulandığı" ibaresi yer aldı.

Günlerdir büyük tartışmalara neden yeni internet yasası (internet sansürü) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e gönderilmişti ve Gül'ün yeni internet yasasını onaylayacak mı yoksa veto mu edecek diye bekliyordu. Kamuoyunu meşgul eden yeni internet yasası (internet sansürü) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylandı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, tartışmalara neden olan yeni internet yasasını onayladığını internetten duyurmuş ve gazetecilerin bu konudaki soruları üzerine "Önce bilinmesini isterim ki Türkiye demokratik bir hukuk ülkesidir. Özgürlüklerin güçlenmesini arzu ederiz. Gerilemek söz konusu olmaz. Kimse de gerilemeyi özlemez zaten Türkiye'de. İnternet yasasını biliyorsunuz. Sıkıntılı durumlar vardı. Noksanlıkları düzelttiler. Youtube gibi facebook gibi platformlar dünyanın her tarafında geçerli olan şeyler ve bunların kapatılması diye bir şey söz konusu olmaz. Yalnız bu platformlarda herhangi bir şekilde suç işlenirse birisine hakaret veya birisinin özel hayatına saldırı söz konusu olursa mahkeme kararıyla da bunlar kapatılır. Gerçek ortamda suç neyse sanal ortamda suç aynıdır, takibi yapılır. Biz her zaman özgürlüğün genişletilmesiyle ilgili gurur duyuyoruz." tümden kapatma gibi bir olayın söz konusu olmayacağını açıklamıştı.

İŞTE YENİ İNTERNET YASASININ (İNTERNET SANSÜRÜ) 10 MADDESİ:

1- Anahtar kelimelerle "uygunsuz içerik" belirlenip sayfa kaldırılabilecek.

2- Sansür, URL adresi tabanlı yapılabilecek:

3- Yer sağlayıcı yurtdışındaysa bile erişim engellenebilecek. DNS değiştirerek bir siteye girilemeyecek.

4- Hâkimler, 24 saat içinde sansür kararı verebilecek. "Zararlı" içerik çıkarılmazsa, 500-1.000 TL arasında günlük para cezası kesilecek.

5- Hosting firmaları her kullanıcının izini sürebilecek. Her kullanıcının internetteki faaliyeti kayda alınarak bir-iki yıl saklanacak.

6- TİB başkanına internet sitesi erişim engelleme yetkisi verilecek.

7- Birliğe gönderilecek olan "erişimin engellenmesi kararı" 4 saat içinde uygulanmak zorunda.

8- Erişim Sağlayıcılar firmalar, kullanıcıların hangi sitelere girdiğini kaydedip 2 yıl boyunca saklayacak.

9- Bilgisayar ve akıllı telefonlardan internete bağlanan 34 milyon kullanıcı tek tek fişlenecek.

10- İnternetteki içerikler sayfa bazında da engellenebilecek.

DNS DEĞİŞTİRME DEVRİ KAPANIYOR.

Kabul edilen maddelere göre, internette yer sağlayıcı (hosting), yer sağladığı içerik hukuka aykırı bulunduğunda içeriği yayından çıkarmak zorunda olacak. Ayrıca, yer sağladığı web sitelerine dair trafik bilgilerini bir yıldan az ve iki yıldan fazla olmayacak şekilde saklamak durumunda. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığına (TİB), bunları yerine getirmeyen yer sağlayıcı firmalara 10 bin TL ile 100 bin TL arasında idari para cezası uygulayacak. Yeni yasaya göre, internet servis sağlayıcıları, engellenen web sitelerine alternatif erişim yollarını da engellemekle hükümlü olacak. Şu anda olduğu gibi, DNS ve benzeri yöntemlerle engelli sitelere giriş yapılamayacak.

ERİŞİM SAĞLAYICILARI BİRLİĞİ KURULUYOR

Merkezi Ankara’da bulunacak olan Erişim Sağlayıcıları Birliği, tüm internet servis sağlayıcılarının ve internet erişim hizmeti sunan diğer işletmelerin katılımıyla oluşturulacak. Amacı ise, servis sağlayıcılarının koordinasyonunu sağlamak olacak. Erişim Sağlayıcıları Birliği’ne üye olmayan ve/veya kararlarını kabul etmeyen internet servis sağlayıcıları, Türkiye’de internet servisi sunamayacak.

ENGELLEME KARARI 24 SAAT İÇERİSİNDE VERİLECEK

İnternetteki bir içeriğin kişilik haklarını ve özel hayatını ihlal ettiğini düşünen kişiler, doğrudan sulh ceza hakimine başvurarak, ilgili içeriğin kaldırılmasını isteyebilecek. Hakim de, ilgili içeriğin erişime engellenmesine tek başına karar verebilecek. Şayet söz konusu içeriğe erişimin engellenmesine karar verilirse, yer sağlayıcı kararı 24 saat içerisinde uygulamak zorunda olacak. Hakimler, yalnızca kişilik hakkını ihlal eden bölümlerin erişime kapatılmasına karar verebilecek.
‘Zorunlu olmadıkça’, sitenin tümünün erişime kapatılması kararı verilemeyecek. Hakimler, engelleme kararlarını, herhangi bir duruşma olmadan, 24 saat içinde kararlaştıracak.

ERİŞİM 4 SAATTE ENGELLENECEK

Erişim Sağlayıcıları Birliği’nin kuruluş amacı, erişime engellenecek site veya içeriklerin, hızl bir şekilde erişime engellenmesi. Erişim Sağlayıcıları Birliği, engelleme kararını ilettikten sonra, internet servis sağlayıcısı en geç 4 saat içerisinde engellemeyi gerçekleştirmek zorunda.

Sulh ceza mahkemesinin kararını, 4 saat içerisinde yerine getirmeyen sorumlu kişilere ve internet servis sağlayıcılarına, 500 günden 3 bin güne kadar adli para cezası uygulanacak.
TİB Başkanı engellemeye tek başına karar verebilecek

İnternette yayınlanan bir içeriğin özel hayatının gizliliğini ihlal ettiğini düşünen kişiler, direkt olarak TİB’e de başvurabilecekler. Burada iki farklı yol izlenebilecek. İlki, içerik doğrudan TİB Başkanı’nın emri üzerine engellenebilecek. Bu karara karşı sulh ceza mahkemesine itiraz edilebilecek. İkinci ihtimal ise TİB, kendisine gelen bu talebi Erişim Sağlayıcıları Birliği’ne bildirecek ve söz konusu içerik en geç 4 saat içerisinde Türkiye’den erişilemez hale gelecek. Talep ‘daha sonra’, sulh ceza hakiminin kararına sunulacak ve hakim, kararını 48 saat içerisinde açıklayacak. Şayet karar açıklanmazsa, erişim engellemesi kaldırılacak. Erişim engellemelerinde, site sahiplerine sebep belirtilmeyecek.

Görevlerini yerine getirirken suç işledikleri iddia edilen TİB personeli hakkında cezai soruşturma yapılması için, TİB Başkanı’nın izni, TİB Başkanı hakkında cezai soruşturma yapılması için ise bağlı olduğu bakanın izni gerekecek.

Trafik kayıtlarının istenmesine ilişkin önergelerde “siber güvenlikle” ilgili sürpriz bir hüküm yer aldı. TİB Başkanı’nın mahkemelerce talep edilen trafik bilgilerini istemesi hükmüne “siber güvenlikle” ilgili bilgileri de isteyebileceği düzenlemesi eklendi. Bu düzenlemenin Redhack gibi hackerlerın takibi ve bulunmasına yönelik olduğu öğrenildi. Ancak TİB Başkanı “siber güvenlik” gerekçesini göstererek Redhack gibi hackerlar dışında istediği kişiler hakkında içerik sağlayıcısı, yer sağlayıcısı veya erişim sağlayıcısından istediği trafik bilgilerini elde edebilecek.

Konunun bir de uluslar arası boyutu var.. Küreselleşen dünyada sınırların olmadığı; herkesin yaptıklarınızdan an be an haberdar olduğu – hatta kendi vatandaşlarınızdan saklasanız bile başkaları tarafından ne yaptığınızın bilindiği  - gayet ortadayken böyle bir düzenleme yapılmış olması aslında sadece içeriye değil, dışarıya da bir mesaj niteliğinde ve dışarısı da bunun bilincinde olduğu için mesajlar gecikmedi.. Nitekim Bursa mitinginde yaptığı konuşmada twitter üzerinden dolaşan montaj kasetlere tepki gösteren Başbakan Erdoğan, "Twitter falan hepsinin kökünü kazıyacağız. 'Efendim işte uluslararası camia şöyle der, böyle der' hiç beni ilgilendirmiyor" demişti.

 Türkiye’nin Twitter’e erişiminin engellenmesi üzerine Twitter’den bir mesaj gönderen Avrupa Komisyonu’un digital gündeminden sorumlu olan Başkan Yardımcısı Neelie Kroes, AB medyasınca yansıtılan mesajında “Türkiye'deki Twitter yasağı yersiz, anlamsız, korkakçadır. Türkiye ve uluslararası toplum bunu sansür olarak görecek. Öyledir.” eleştirisinde bulundu.

AB’nin eski Ankara Temsilcisi emekli Büyükelçi Marc Pierini, Wall Street Journal gazetesince yansıtılan değerlendirmesinde “Türkiye şimdi tamamen farklı bir ligte” görüşünü öne sürdü. Pierini “Twitter’i bloke etmek, kısa bir süre önce imzalanan internet yasasının uygulanması yönünden bir ilk adım. Türkiye, kendini dünyadan dışlıyor” savlarını dile getirdi.

Sonuç olarak her ne kadar Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül, yasayı onaylamadan önceki açıklamalarında “ Önce bilinmesini isterim ki Türkiye demokratik bir hukuk ülkesidir. Özgürlüklerin güçlenmesini arzu ederiz. Gerilemek söz konusu olmaz. Kimse de gerilemeyi özlemez zaten Türkiye'de. İnternet yasasını biliyorsunuz. Sıkıntılı durumlar vardı. Noksanlıkları düzelttiler. Youtube gibi facebook gibi platformlar dünyanın her tarafında geçerli olan şeyler ve bunların kapatılması diye bir şey söz konusu olmaz. Biz her zaman özgürlüğün genişletilmesiyle ilgili gurur duyuyoruz."  dese de gelinen noktada olayların hiç de Sayın Cumhurbaşkanı’ nın ifade ettiği gibi gerçekleşmediği ve ülkenin adım adım karanlığa doğru sürüklendiği görülmekte.

Daha da vahim olanı ise; Küresel risk danışmanlık şirketi Eurasia Group’un analisti Naz Masraff ‘ ın,“Bu, Erdoğan’ın sonucu ne olursa olsun secim sonrası dönemde muhtemelen daha uzlaşmacı bir yaklaşımı benimsemeyeceğine ilişkin ilk işarettir. Bu, muhtemelen Türkiye’nin, dünyadaki konumunu yalnızlaştıracak, özellikle Batı ile ilgili olarak” uyarısını yapması.. Yani 30 Mart seçimlerinin sonucu ne olursa olsun – ki beklediği oy oranını alırsa halkın desteğini arkasına aldığı düşüncesiyle, umduğunu bulamazsa da bunun doğuracağı kızgınlıkla- Sn. Başbakanın internet çeteleriyle (!) hesaplaşacağı açıkça ortada..

Hepinize; başkasının özgürlüklerinin başladığı sınıra kadar özgürce dolaşabileceğiniz bir yaşam dilerim..




19 Mart 2014 Çarşamba

Çanakkale Zaferi ( ! ) veya “ Hey Onbeşli, Onbeşli !..”

Gerek mesleki seyahatlerim ve gerekse gezmek maksadıyla Türkiye’ nin iki tane ili hariç tamamını görme fırsatım oldu.. Hatta bazı illerimizin tüm ilçelerini dolaştım.. Ama bugüne kadar iki tane ilimize gitmedim, gidemedim. Bunlardan birisi Erzurum, diğeri ise Çanakkale…

Bugüne kadar birçok kişiden de “Erzurum hadi neyse ama Çanakkale’ ye nasıl gitmezsin, mutlaka görmen lazım, Şehitlikleri, doğasını vs gezmen lazım !” türünden pek çok nasihat/tavsiye dinledim.. Ama Çanakkale’ nin neredeyse etrafından dolaştığım halde, içine bir türlü giremedim.   

Yıllar sonra anladım ki; aslında Çanakkale bende bir travmadır.. Çanakkale’ nin kendisi değil ama isminin karıştığı savaş, çocukluk anılarımda önemli bir yer kaplıyor.. Bugün bile unutamadığım hatıralarımın arasında görmediğim, yaşamadığım halde, Çanakkale Savaşı var..

Efendim, bu anılar öncelikle “ ismimin nereden geldiğiyle” başladı.. Malumunuz ismim Ali.. Yani dedemin Çanakkale’ de şehit düşen babasının adı!.. Dedemin babası (Büyükdede deniliyor sanırım) Karaman’ ın, Dağ Durayda (şimdiki adıyla Ağaçoba) Köyü’ nden Ali ( ki babasının adını hala bilmem), rahmetli dedem henüz 2 – 3 yaşlarında iken kalkmış seferberlik ilan edilince Çanakkale’ ye gitmiş. Gidiş, o gidiş, bir daha da dönememiş.. Yeri bilinmez, mezarı bilinmez, Çanakkale’ nin bir yerinde, diğer vatan evlatları ile birlikte koyun koyuna yatar!..

Rahmetli dedemin hatırlamasına imkan yoktur belki (kendisi 97 yaşında falan vefat etmişti) ama bana anlattığı çocukluk hatıraları arasında hep babasının gidişini anlatır ve “ Beni Kabaağac’ a dayadı, sarıldı, öptü, kokladı, gitti !...” der, sonra da sessiz sessiz ağlardı.. Tıpkı şimdi benim yaptığım gibi… Yaşı itibariyle bu olayı olduğu gibi hatırladığını sanmam, belki kendisine anlatılanları kendi hatıraları gibi anlatıyordu ama Çanakkale’ nin bende açtığı ve görüldüğü üzere yıllardır kapanmayan ilk travma budur !.. Dedemin sonraki yaşam öyküsü, üvey baba elinde yetim büyümesi, 97 yıllık ömrünün neredeyse tamamının, çalışmayla, çabalamayla ve çileyle geçmiş olması vs vs bende hep olumsuz bir Çanakkale imajı doğmasına ve bunların müsebbibinin Çanakkale olduğu fikrinin uyanmasına sebep olmuştur.

Sonra büyüyüp de Çanakkale Muharebesi’ ni (Savaş değil, 1. Dünya Savaşı içinde bir muharebedir) değişik kaynaklardan okuyup değerlendirdiğimde, bu meselenin sadece benim ailemin özelinde olmadığını, daha pek çok ailede benzer travmaların, acıların olduğunu anladığımda, Çanakkale Zaferi’ nin (!) bende yarattığı çelişkili düşünceler daha da artmıştır.

Nedir Çanakkale Muharebesi?  Gerçekten anlatıldığı gibi bir zafer midir? Yoksa, yıkımdan önceki son çabalama, son direniş midir? Bugüne kadar sadece zafer gözüyle bakılıp hep yarar noktasına değinilen bu korkunç insan kıyımının zararları neler olmuştur? Gerçekten de anlatıldığı gibi antiemperyalist bir mücadele midir?

Her ne kadar tarih kitapları, Çanakkale Zaferi’ nin emperyalizme karşı mücadelede önemli bir yer tuttuğunu, pek çok sömürge devletin (Avustralya ve Yeni Zelanda başta olmak üzere) bu savaş sonunda milliyetçilik kavramının farkına varıp bağımsızlık mücadelesine giriştiğini - ki aynı ifade Kurtuluş Savaşı için de söylenir - , hatta Osmanlı kavramının, Türk kavramına dönüşümünün de bu zafer sonrasında oluştuğunu vs anlatsa da özünde Çanakkale Muharebesi, kendisi başlı başına emperyalist bir savaş olan 1. Dünya Savaşı’ nın içerisinde bir çarpışmadan ibarettir ve bu nedenle en azından bu anlamda, savaşın genelinden bağımsız olarak değerlendirilmesine imkan yoktur.

Nitekim Osmanlı Devleti de bu emperyalist paylaşım savaşına, “Enver, Talat ve Cemal Müsellesi”’ nin emperyal sevdaları yüzünden girmiştir. Ancak; savaşa girişimiz, görünüşte Goben ve Breslau Zırhlıları’ nın, Rus limanlarını bombalaması sebebiyle oldubittiye getirilerek gerçekleştirilmiş gibi ise de hakikatte Osmanlı Devleti bu emperyalist paylaşım savaşında taraf olmayı çok önceden planlamış, hatta bu maksatla önce İngiltere ve Fransa ile görüşmeler yapmış ancak böyle bir ittifakın gerçekleşmesi, İngiliz – Fransız ve Rus çıkarlarıyla çatıştığı için mümkün olmamıştır. Daha sonra Osmanlı Devleti böyle bir ittifakın olamayacağını anlayınca bu kez, Alman/Avusturya - Macaristan – İtalyan – Bulgar ittifakına yönelmiş ve savaşa da bu kanatla birlikte girmiş, sonuçta “ Almanlar yenilince kendi de yenilmiş sayılmıştır (!) ” 

Çanakkale Muharebesi’ ni, bu savaşta önemli ve büyük kılan şey ise ülkemiz toprakları üzerinde ve çok dar bir alanda cereyan etmesi ve görece ölü sayısının fazlalığıdır. Ancak; “ mağlup sayıldı bu yolda galip” misali Osmanlı Devleti Çanakkale Muharebesi’ nin kazanmış olmasına – ki sadece Çanakkale’ de değil, diğer bazı cephelerde de muhtelif başarılar kazanılmasına - rağmen harpten yenik çıkmıştır. Bu nedenle; askeri açıdan bakıldığında ve sonuca odaklı yaklaşıldığında, kazanılan bir muharebenin, kaybedilen bir harp içerisinde aslında hiç de zafer olarak görülme imkânının olmadığı açıkça anlaşılacaktır.

Çanakkale Muharebesi’ nde her iki taraftan da kaybedilen insan sayısının çokluğu konusunda taraflar hemfikir ise de sayının anlatıldığı gibi 500.000 leri bulmadığı da ortadadır. Genelkurmay verilerine göre şehit sayımız aslında yaklaşık 80.000 kişi civarındadır. Ancak; muharebe alanının darlığı ve metrekareye düşen insan, silah ve mermi sayısının çokluğu sebebiyle ölü sayısının gerçeğinden çok daha fazla olduğu intibaı uyanmıştır. Ancak; bizim açımızdan ölü sayısının azlığı veya çokluğundan ziyade, bu muharebede ölenlerin niteliği önemlidir.

Çanakkale Cephesi, sanki bir ölüm değirmeni gibiydi; tükettiği insanlar haddi hesabı aşmasına ve koskoca bir eğitimli genç nesli yutmasına rağmen bir türlü doymak bilmiyordu. Hatta İngiliz generali Aspinall-Oglander, “Gelibolu’daki kanlı muharebeler, Türk ordusunun çiçeğini bitirmiştir,” tespitinde bulunuyor, gerçekten de İngilizler şehit olan gençlerimizi, "çiçeğin tomurcuğu" ve "vakti gelmeden solan gül goncası" na benzetiyorlardı.

O kadar ki; cephede meydana gelen boşlukları doldurmak için, diğer cephelerden asker getirilemediğinden, en yakın çevreden başlayarak, 15 yaşın üstündeki eli silah tutan bütün gençlerin dahi, gönüllü olup olmadığına bakılmaksızın, Çanakkale’ye sevk edilmeleri alışılmış normal bir hadise haline gelmişti. O günler, köyde, kasabada erkeğin kalmadığı, gücü kuvveti ve boyu posu yerinde olan herkesin asker olduğu ya da asker olmak zorunda kaldığı kara günlerdi. 

Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı ordusunda insan kaybı öyle bir noktaya varmıştı ki Harbiye Nezareti, harp bütün hızıyla sürerken askerleri birkaç günlüğüne de olsa memleket iznine göndermeye gayret etmişti. Çünkü harpte gün geçtikçe daha da artan kayıplar, nüfusun tükenmekte olduğu korkusunu doğurmuş ve savaşan askerler memleketlerine nüfusu çoğaltmak üzere gönderilmişlerdi. 

Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletlerinin Nisan 1915’ten itibaren kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç hâsıl olunca Sultan V. Mehmed Reşad 14 Mayıs 1331’de (27 Mayıs 1915) bir irade (emir) yayınlayarak, Askeri Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapmak ve lise talebelerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştı. 

Sultan Reşad, yayınladığı iradede, Mükellefiyet Kanunu’nun 42. Maddesine ek olarak hazırlanan “kâtib-i sultaniye 10. sınıf müdaviminine mütedair (devam edenlere dair)” başlıklı fıkra hakkında şöyle geçici bir düzenleme yapma yoluna gitmişti: 

“Madde 1: Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-u Muvakkatinin (geçici kanununun) 42. Maddesindeki fıkra atiye (geleceğe) tezyil (ertelenmiş) olunmuştur. Muayene-i intihaiye esnasında (muayene sonucunda) mekatib-i sultaniyenin (sultani mekteplerinin) onuncu sınıflarında bulunanlar da HİZMET-İ MAKZURA (zikri edilen hizmet) HAKKINA nail olacaktır.” 
Buradaki; “Hakkına” kelimesine dikkatinizi çekmek isterim. O zamanki anlayış harbe gitmenin bir görev değil bir hak olduğu anlayışıdır.. Ve gencecik bir nesil bu HAKKA (! ) NAİL olmuştur !..

Sultan V. Mehmed Reşad’ın iradesinden sonra Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayınlayarak, 1314 (1896) doğumluların (yani 19 yaşındakilerin) henüz askerlik hizmetine çağrılmamışları ile 1315 (1897) doğumluların, bedenleri gelişmiş, harbe elverişli ve silah kullanmaya kabiliyetli olanlarından müsait bulunanların da kıtalara teslim olmalarını istemişti. 

Padişahın ve Harbiye Nezaretinin bu çağrısı üzerine, Balıkesir, Bursa, Kütahya, Manisa, Adapazarı, İzmir, Aydın, Muğla ve Konya’nın, tahsilleri ve hayatlarının henüz başındaki bu yeni yetme gençleri, vatanın kendilerinden beklediği yüce vazifeyi hakkıyla ifa etmek azim ve inancıyla silâhaltına koşacaklardı. 

Bugün düğünlerde göbek havası olarak çalınan ve insanların neşe içinde kalkıp oynadığı Tokat yöresine ait “ Hey Onbeşli, Onbeşli” türküsü aslında 1. Dünya Savaşı’ nda ve özellikle Çanakkale’ de yitirdiğimiz çocuk yaştaki bir neslin ağıdı olup ekseriyeti 15 ila 19 yaşında olan bu genç bahadırların cepheye katılımları anısına Anadolu’da yakılmış ve söz konusu durum çok acı ve dramatik bir dille anlatılmıştır. Burada sözü edilen “15’liler” ise 1315 doğumlulardır. Yani 1 Haziran 1897 ile 22 Mayıs 1898 arasında doğan ve tam 18 yaşını doldurmuş olan gençlerdi. Türküde, bu 1315’li gençlerden şöyle bahsediliyordu: 

Hey onbeşli onbeşli 
Tokat yolları taşlı 
Onbeşliler gidiyor 
Kızların gözü yaşlı 
Aslan yârim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye 
Fistan aldım endazesi onyediye 
Gidiyom gidemiyom 
Az doldur içemiyom 
Sevdiğim pek gönüllü 
Koyup da gidemiyom 
Aslan yârim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye 
Fistan aldım endazesi onyediye… 

Çocuk denecek yaşta şehit düşenler dışında bu savaşta ülkemizin yalnızca askerleri değil; hâlihazırda okumuş yazmış aydın nüfusu ile geleceğin aydınlarının büyük bir kısmı şehit düşmüş, diğer bir ifadeyle memlekette bir elin parmakları kadar nitelikli adam kalmıştır. Öyle ki bütün öğrencileri şehit düşen Galatasaray, Konya ve İzmir liseleri 1915'te tek bir mezun verememiştir. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi eski adıyla Darul Fünun öğrencilerinin ise bu muharebede ayrı bir yeri vardır. 1915'te Darül Fünun 1. sınıfta öğrenim gören 2 bin 500 tıbbiyeli, okullarını bırakarak Çanakkale’ye koşmuştur. İki tümen hâlinde Gelibolu'ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle sonraki yıl açılışta siyaha boyanan Darul Fünun, 1921 yılında hiç mezun veremedi. Sonuç itibariyle bu durum Türkiye Cumhuriyeti devletini de doğrudan etkiler nitelikte olup memleketi neredeyse 150 yıl geriye götürmüştür.

Her ne kadar Hintli – Aborjin – Afrikalı veya Anzak askerleri arasında yardımcı sınıflar hariç olmak üzere okumuş –yazmış asker sayısı azsa da, muharebede ölen askerler de niçin ve nerede öldüklerini dahi bilmeden ölmüşlerdir. Özellikle; Hintli ve Afrikalı Müslüman askerlere, Müslüman Osmanlı’ ya karşı savaşmamalarından korkulduğu için nereye gittikleri dahi söylenmemiş, Galiçya’ da Almanlar ile savaşmaya gittikleri söylenmiştir.

Çanakkale'de yaşananların ve genelde 1. Dünya Savaşı’ nın, yenilmez bir dev sanılan “ Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluğun” yenilebilir olduğunu ve haklı olan herkesin varını yoğunu ortaya koyduğunda kazanabileceğini göstermesi bakımından emperyalizme karşı mücadeleye katkı sağladığı, ulus bilinci yarattığı, Kurtuluş Savaşı’ nın en azından fikren kazanılmasını kolaylaştırdığı, Mustafa Kemal figürünün doğumuna sebebiyet verdiği konusunda tereddüt bulunmamaktadır.  

Ancak; Çanakkale Muharebesi’ ne cereyan eden olayları ve sonuçları cephesinden bakıldığında, bir dostumun da dediği gibi “ bugün vesilesi ile milliyetçi duyguları okşamak adına yapay bir zafer olarak lanse edilmesinin, savaşın kutsanmasının ve kutlanmasının bu acı günü ifade edemediğini, yanlış ifade ettiğini” düşünüyorum. Bunun yerine, dünya savaş tarihinde insan kaybı ve özellikle de nitelikli insan kaybı anlamında önemli bir yer tutan bu acı günün, adı her ne olursa olsun, hangi amaca hizmet ederse etsin ve nerede gerçekleşirse gerçekleşsin savaşı lanetleyen ve insanların barış içerisinde bir arada yaşamalarına yönelik etkinliklerin düzenlendiği bir anma günü olmasının, orada canlarını feda eden insanları daha iyi ifade edeceği ve onların hislerini daha iyi anlama imkanı vereceği inancındayım… Bu nedenle üzülerek ifade edeyim ki; ben Çanakkale Muharebesi’ ni zafer olarak görenlerden değilim…


Başta Büyükdedem olmak üzere, gerek Çanakkale Muharebesi ve gerekse 1. Dünya Savaşı’ nda canlarını kaybetmiş olan tüm şehitlerimizin ruhu şad olsun ve dilerim ki; bu ülke bir daha “Onbeşliler” ini savaşa göndermek zorunda kalmasın…

15 Mart 2014 Cumartesi

Barışa, barış için de sevginin gücüne ihtiyacımız var !..

Merhaba dostlarım;

Sizlere bir iyi bir de kötü haberim var! Farkında mısınız bilmiyorum ama son zamanlarda hepimiz ortak bir noktada birleşiyoruz: “Ülke olarak çok zor günlerden geçiyoruz !..” Ortak bir noktada birleşmek, toplumsal birliğin sağlanması adına güzel bir olay bu iyi haber; ancak birliğin böyle bir konuda sağlanmış olması hoş değil bu da kötü haber..

Üzerinde ortak bir noktaya varılan ve son zamanlarda çok fazla telaffuz edilen diğer bir konu da “Ülke olarak toplumsal uzlaşmaya ve barışa ihtiyacımız var” Her ne kadar bazılarının söylemlerinden böyle bir gerekliliğin olmadığı, aksine toplumun belli bir kesiminin diğer kesimi ile karşı karşıya getirilmeye çalışıldığı izlenimi uyansa da sanırım toplum burada da haklı görüşte.

Barış, düşmanlığın olmaması, kötülükten, kavgalardan, savaşlardan kurtuluş, uyum, birlik, bütünlük, sükûnet, sessizlik, huzur içinde yaşamak olarak tanımlanabilir.

Tarihsel bakımdan birden çok barış kavramı­na rastlanır. Bu kavramlar genellikle daha zengin bir barış kavramını ortaya çı­karmak üzere bir araya getirilebilecek farklı düşüncelerin taşıyıcısıdırlar. Batılı düşünce ge­leneğinde en önemli olanı Roma’nın “pax ab-sctilia belli” anlayışı olup, barışın, zıddı olan bir kavramla açıklanması ve ülkeler arasında savaşın olmayışıdır. Yunanca divite, Arapça selâm, İbranice şııloın ve Japonca keiwa kelimeleri ise Batılı Pax’ dan farklı bir an­lam ifade eden, adalet ve ahenk (kurtuluş) gibi kelimeler yardımıyla da­ha iyi anlaşılabilecek kavramlardır.

Bir Kızılderili atasözünde şöyle denir: “ Üç çeşit barış vardır: Birinci barış, en önemli barıştır. İnsan ruhundadır o. İnsan, kâinatla ve kâinatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini fark ettiğinde, kâinatın merkezinde Büyük Ruh'un durduğunu ve bu merkezin her yerde, her birimizin içinde olduğunu fark ettiğinde birinci barış sağlanmıştır. Bu gerçek barıştır, diğerleri sadece bunun akisleridir. İkinci barış iki fert arasında olan barıştır. Üçüncü barış ise iki millet arasında yapılır. Fakat hepsinden önce, anlamalısınız ki 'gerçek barış' dediğim birinci barış yani insanın ruhundaki barış yoksa ne fertler ne de milletler arasında barış olabilir.”

Barış düşüncesini savunanlar meselenin anayasal düzenlemeler yoluyla çözüme kavuşmasından çok uluslararası çatışmaların sebepleri konusundaki değer yargılarına ağırlık verirler. Gerilimsiz, şiddetsiz, ideal bir uyumlu toplum yaratıldığında barışa kavuşulabileceği inancını taşırlar. Dolayısıyla barış düşüncesi sadece ferdin ahlakî sorumluluğa dayalı erdemli tutumlara olan ihtiyacını açıkça dile getirenlerin düşüncesi olagelmiştir. Bu haliyle barış düşüncesi kötülüklerin reddi ve tamamen ferdî çözümlerin uygulanmasına indirgenebilir.

Hepinizce bilindiği üzere; insanlar yüzyıllar boyunca barış ve sevgi üzerine güzellemeler düzmüşler, bu konuyu şiirlerinde, romanlarında, filmlerinde vs tüm yazılı ve görsel ürünlerde bolca işlemişlerdir. İnsanların sürekli olarak Barış, kardeşlik ve sevgiden bahsetmelerine rağmen, Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIRPI), 1980’li yılların başında yayımladığı bir rapora göre günümüze kadar 300 yılı aşkın süre içinde insanlar yalnızca 26 gün birbirlerini öldürmeden yaşamışlar. Bir ay bile değil… Savaşsız geçen bu günler için dünyada 26 gün barış ortamı yaratıldı denebiliyor mu? Hayır. Bu 26 gün savaşsız geçmiş de olsa, bir rastlantı sonucu savaşların aynı anda “ateşkes” ilan etmelerinden kaynaklanan “münferit” günlerin toplamı. Eğer bu 26 gün ardı ardına gelen 26 gün olsaydı, kalıcı olmasa da, bir “barış” ortamından söz etmek mümkün olabilirdi belki, ama hiç öyle değil. Yani, neredeyse dünya kuruldu kurulalı, iki gün arka arkaya bizim anladığımız anlamda “barış” hiç gerçekleşmemiş.

Büyük İskender fethettiği son toprakların sınırında oturup ağlar... Kendisine bunun nedenini soran askerine şunu söyler: “ Fethedilecek başka toprak kalmadı; ondan ağlıyorum...”

Görüleceği üzere; elde edememenin verdiği o kasıp kavuran duygu ile elde etmiş olmanın yarattığı o sıkıntı; bunu takiben yeni elde edileceklerin hayali ve bitmez tükenmez yeni tutkuların, isteklerin peşinde koşan liderler, yüzyıllar boyunca barış, sevgi ve hoşgörü yerine savaşmayı tercih etmiş, kendisini destekleyen insanlara da barışı ve sağduyuyu aşılayacak, buna teşvik edecek yerde kavgayı telkin etmiştir.

Seçim atmosferine girdiğimiz şu günlerde hangi parti lideri olursa olsun miting meydanlarında söylenen sözler de günümüz İskenderleri’ nin halinin de geçmişteki misallerinden farklı olmadığını göstermektedir.

Hintli Şair Sri Chinmoy Ghose demiş ki; “ Sevginin gücü, güce olan sevgiyi yendiğinde, dünya barışı tanıyacaktır.” O zaman sevgi kavramına da biraz değinmek gerekiyor sanırım..

Yardımseverlik, saygı ve sorumluluk duygusu gibi insanı geliştiren özelliklerin kökeninde sevme yeteneği yatar. Üretici bir biçimde seven bir kimse, kendini de sever. Yalnızca başkalarını seven bir kimse ise, aslında hiç kimseyi sevmiyor demektir. Kendini sevmek ve kendisiyle ilgilenmek denildiğinde sanılıyor ki, kişi hep kendi çıkarını öne alacak. Hâlbuki bununla kastedilen, kişinin kendi gerçek özü ve benliği ile ilgilenmesi olayıdır. Gerçek özüne inebilen bir insan, orada gerçek sevgi ile karşılaşır ve kendisini sevmenin, aslında bütün insanları ve tüm evreni sevmek olduğunu da anlar.

Sevgi pasif bir duygu değil, tam tersine bir aktivitedir. Sevginin aktif karakterinin en genel tanımını, onun bir “almak” değil, “vermek” eylemi olduğunu söyleyerek yapabiliriz. Sevgi, bir kişinin kendi benliği dışına taşarak, bir başka insan ya da bir şeyle bir olması ve bütünleşmesidir. Ama bu bir oluşun tek bir şartı vardır, o da bu iki ayrı varlığın kendi bütünlük ve benliklerinin korunması, yani ortadan yok olmamasıdır.

Üzerinde yaşadığımız topraklar, uygarlıkların doğup geliştiği, pek çok ulusa ve kültüre yurtluk yapan bir coğrafyadır. Anadolu' nun Türkler tarafından yurt tutulmasından sonra Anadolu kültürüne ışık tutan Mevlâna Celâleddin Rumî' ve Yunus Emre gibi yaşadıkları çağı aşarak mesajlarını günümüz insanına kadar ulaştırabilen bilim çevrelerinde ve popüler çevrelerde, dünya çapında tanınan inanç ve hoşgörü önderleri yetişmiştir.

Türk kültüründeki engin hoşgörü düşüncesinin mimarlarından olan Mevlâna Celâleddin Rumî' nin evrensel hoşgörü mesajı; farklı din, dil ve kültürden olan insanları aynı coğrafyada birlikte barışla ve sevgiyle yaşamalarını sağlayarak kaynaştırmıştır. Bütün insanları kucaklayan bu düşünce yerelden ulusala, ulusaldan evrensele yayılarak evrensel bir boyut kazanmıştır. Mevlâna, Anadolu kültürel mirasını devralarak bu kültürel mirasa sevgi ve hoşgörü mayasını katarak, bu düşüncelerini gelecek kuşaklara, günümüze taşımıştır. Mevlâna ışığı günümüz insanlarına sevgi ve hoşgörü düşüncesiyle birleştirici bir şemsiyedir. Mevlâna İslam sufiliğini Türk geleneksel kültür zevki ve yapısına göre yeniden yorumlamıştır. Mevlâna farklı tasavvuf telakkilerini yepyeni bir sistemde bağdaştıran bir mutasavvıftır. Mevlâna' da insan olabilmenin, kendini bilmenin sırlarına erme vardır. Çevresindekiler, bu düşüncelerinde kendilerinden olan birer parça gördüler. Mevlâna düşüncesinin bu denli yayılmasının sırrı budur.

Günümüzde bütün dünya insanlarını ortak paydada, ortak kimlikte birleştirme çabası insanları etkilemektedir. Örneğin " Gel, kim olursan ol gel " diyen Mevlâna' nın Mevlevi kimliği, dini bir kimlik olmaktan daha çok hoşgörüyü esas alan bir kültürel kimliktir. Mevlâna' nın sunduğu insan sevgisini ve hoşgörüyü, diğer tüm kimliklerin üzerine şemsiye olarak aldığı bir kültürel kimliktir.
  
Sevginin gücüne ve neler yapabileceğine ilişkin güzel bir hikâye de vardır:

Bir Sosyoloji Profesörü öğrencilerine ilginç bir ödev vermiş. Öğrenciler, şehrin fakir gecekondu semtlerinden birine gidecek, orada yaşayan gençlerle görüşüp, önceden hazırladıkları anket sorularını sora­caklar, anket bitince de, görüştükleri gençleri ileride nasıl bir gelecek beklediğine dair tahminî bir rapor ya­zacaklarmış.

Bu öğrenciler, ödevleri gereği tam 200 gençle görüşmüş ve anket yapmışlar. Sonunda hazırladıkları raporda ise, bu 200 gencin her biri için, aşağı yukarı aynı şeyi yazmışlar: " Hiç şansı yok! Yirmi yaşına kadar, ölmez ya da bi­rini öldürüp hapse girmezse, hayatını — en iyi ihtimal­le — limanda hamallık yaparak geçirir."

Aradan tam yirmi beş yıl geçmiş. Aynı üniversitede gö­revli bir başka sosyoloji profesörü, üniversitenin kü­tüphanesinde o 200 genç hakkında hazırlanan anket ve raporları bulmuş. Sonra kendi öğrencilerinden oluş­turduğu bir gruptan, raporlarda adı geçen gençlerin akıbetlerini araştırıp, bugün ne durumda olduklarına dair başka bir rapor yazmalarını istemiş.

Öğrenciler, listede adı bulunanlardan, ölen ve başka şehirlere taşınan 20 kişi hariç, 180 tanesini bulmayı başarmışlar. Bu 180 kişinin 176'sı, doktor, avukat, iş adamı, politikacı, gibi küçümsenemeyecek kariyerler edinmişler.

Her iki raporu karşılaştıran profesör, oldukça şaşır­mış. Bu olayın üzerine gitmeye karar vermiş ve kendi­sine ulaşılabilen bu 176 kişiye, başarılarını neye borç­lu olduklarını sormuş. Hepsi de aynı cevabı vermiş: "Öğretmenimize!"

Profesör, adı geçen öğretmenin hâlâ yaşadığını ve yakınlarda bir yerlerde oturduğunu öğrenip, büyük bir merak ve saygı ile ziyaretine gitmiş.

Öğretmen oldukça yaşlı ama dinç bir hanımmış. Pro­fesör, her iki rapor hakkında kendisini bilgilendirdik­ten sonra, bu fakir gecekondu mahallesindeki çocukla­rın başarılı olmaları için nasıl sihirli bir formül kullan­dığını sormuş.

Duydukları karşısında gözleri parıldayan yaşlı ka­dın, hafif bir gülümsemeyle: "Çok basit," demiş, “ Ben o çocukları çok sevdim!"


Barış içinde ve sevgiyle kalın….

Maaşallah, teğet geçmiş!

Son birkaç yıldır yurtdışına gidiş gelişlerimde Avrupa’ da yaşayan yurttaşlarımızın Türkiye’ ye imrenerek baktıklarını, hatta bir kısmının ülkeye kesin dönüş yapmayı düşündüğünü gözlemlemiştim. Hatta ister inanın, ister inanmayın bir kısım yabancı dostlarım bile, Türk ekonomisindeki iyi durum ve nispeten krizden etkilenmeyen görüntüsü yüzünden Türkiye’ ye yerleşmeyi düşünmeye başlamıştı.

Bu insanların hepsinin kafasındaki ortak soru işareti, ekonomik krizin, işsizliğin, enflasyonun, bütçe açıklarının Avrupa’ nın sosyal devlerinden olan Hollanda, Almanya ve Avusturya’ yı bile vurduğu bir ortamda, Türkiye nasıl oluyor da bu krizin dışında kalıyor, daha az etkileniyordu?

En basit örnekle, eskiler bilirler, 1980 yılından öncesinde, yurtdışından izinli gelenlerin araçları bizim ülkedeki araçlara göre uzay çağının araçları gibiydi. Lüks, hızlı, sağlam, konforlu vs halk tabiriyle fiyakalı araçlardı.. Ancak son yıllarda yurtdışına gidiş gelişlerimde gördüm ki; çark tersine dönmüş, bizim ülkemizdeki araçların çoğu yurtdışında olmadığı gibi; insanlar genelde eski ve düşük sınıftaki araçları kullanıyorlar. İnsanlar harcamalarını kısmaya başlamışlar, şakaya vurursak yurtdışında yaşayanların getirdikleri hediyelerden de bu durum anlaşılıyor aslında..

Sayın Başbakanın o günlerde söylediği bir söz vardı: “ İnşaallah kriz bizi teğet geçecek !” Meğer bir bildiği varmış.. Başbakanın bildiğini ve krizin neden bizi teğet geçtiğini de biz birkaç yıl sonra başka bir olay vesilesiyle öğreniyoruz. TBMM ne gönderilen ve dört eski bakan hakkında düzenlenen fezlekelerden..

Meğer biz şehir efsanelerine inanıp, Arap dostlarımızın bavullar dolusu dolar gönderdiği, bu nedenle Türkiye’ nin krizden fazla etkilenmediğini düşünürken, meselenin çok daha vahim olduğu ve koskoca bir ülkenin bir karapara aklama makinesine dönüştürüldüğü anlaşılıyor.

Fezleke’de dönen olayın iç yüzü aslında görünenden daha korkunç. Burada ki amaç Türkiye’nin ihracat rakamlarını yüksek göstermek.  Bu sebeple bir takım kirli paralar bir döngü içine sokuluyor. Sahte evrakla ve hayali ticaretler ile bir takım paralar ülkeye İhracat Rakamı olarak geri dönüyor. Burada gerçekleştirilen işlemlerin uluslararası boyutu Interpol kapsamında. Yani Reza Zarrap ve Happani Interpol kapsamında suç işlemişler. Yaptıkları sahte işlemlerin boyutu korkunç. Bu işlemler Zafer Çağlayan, Mehmet Şimşek ve Ali Babacan gibi ekonomiden sorumlu isimlere ulaşıyor; onlar kontrol ediyorlar ve “ihracat açığımız var, devam” diyorlar.

Burada işlenen bir diğer suç da İran’ a uygulanan ambargonun ihlal edilmesi. Bu sahte ihracat artırımı ve Ambargo ihlali uluslararası suçları kapsar ve mutlaka yaptırımı olur. Yani bu fezleke Türkiye Cumhuriyeti devletinin işlediği korkunç suçları içeriyor. Bunun ülkeye yaptırımları da aynı ölçüde korkunç boyutlarda olabilir, hatta İran örneğinde olduğu gibi ambargoya kadar gitme ihtimali bile var. Çünkü hayali ticaretlerle faiz oranları belirlenmiş, uluslararası bir dolandırıcılık yapılmış. İşin bir diğer boyutu ise ortada dönen çok büyük rakamlar var ancak bu rakamların kaynağı yok. Bu kirli paraların üçü herhangi bir şekilde ucundan bile bir terör örgütüne fayda sağlamış ise Türkiye Teröre Yardım Eden Ülkeler listesine dahi girer.

Fezlekede İran’a yönelik ambargoyu delmek için kurgulanan sistem şöyle anlatılıyor: 

·        Önce bir İran bankasından nakit tümen alımı karşılığında İran Merkez Bankası’nın Halkbank’ta bulunan hesabındaki TL/Avro cinsindeki para, İran bankasının yine HalkBank’taki hesabına aktarılır. 

·        Daha sonra, para bu hesaptan SARRAF’a ait firmaların yine Halkbank’taki hesabına, İran’daki bir firma veya bankanın yan kuruluşu olan döviz işletmecilerinin İran bankasına nakit tümen yatırıp imtiyazlı kurdan Avro/TL alması (hesaba alması) karşılığında aktarılır. 

·        Bu durumda İran’ın Türkiye’deki parası, SARRAF’ın, Halkbank hesabına gelmiş, İran’daki firmanın da ilgili İran bankasında Avro/ TL’si bulunmaktadır. Bunun karşılığında da Türkiye’den altın satın alınarak İran’a/Dubai’ye ilgili firmaya gönderilir. Böylece, İran iç piyasasında tümenini dolaştırarak Halkbank’taki parasını altın olarak ülkesine getirmiş almış olur.

Fezlekede ayrıntılarıyla verilen takiplerde, Sarraf’ın eski Genel Müdür Süleyman Aslan ve eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan aracılığıyla, kamu bankası Halkbank’ı, hayali ihracat işlemlerinde kullandığı görülüyor. Bu amaçla akreditif açılırken kapasitesi 5 bin ton olan yük gemileriyle Dubai menşeli 150 bin ton buğday ticareti yapılmış gibi gösterildiği telefon kayıtlarına yansıyor. 

HalkBank’ın bir yöneticisi bankaya bildirilen belgelerdeki incelemesinden sonra, Dubai’de buğday üretilmediği uyarısında bulunuyor. Bunun üzerine hazırlanan sahte evraklar değiştiriliyor. Hayali ihracat işlemleri sırasında, ilaç ve gıda gibi KDV’si düşük ürünlerin de seçildiği dikkat çekiyor. 

İşler kötüye gidince yöntem değişiyor. Sarraf’ın İran parasını altın ihracatıyla döndürürken HalkBank’ın kullanılması nedeniyle Süleyman Aslan’ın uluslararası finans topluluklarından baskı gördüğünü belirttiği ve bu nedenle formül arayışına gidildiği de fezlekede yer alıyor. Sarraf, aynı işlemleri sahte evraklarla transit gıda ticareti şeklinde yapması için ikna ediliyor. Bu süreçte, altın alımında yaptığı binde 2-3’lük kaybı da yaşamayacağı da söyleniyor.

Sarraf’ın, bankacılık işlemlerindeki kara para ve swift sorgulamalarını delmek amacıyla Çin’de kurduğu paravan firmalar adına hesap açtığı da fezlekede yer aldı. Çin’deki hesaplara İran’daki bankalardan ihracat ödemesiymiş gibi havale yapıldığı, sahte evrak düzenlendiği Çin’e gelen paraları bekletmeden Türkiye’de kurdukları paravan veya gerçek firmaların hesabına ihracat ödemesi olarak gönderdikleri, son aşamada da paranın döviz veya altın olarak (zaman zaman da Dubai üzerinden) İran’a gönderildiği aktarılıyor. 

Bu arada bu hükümet döneminde neden iki kez yurtdışından kaynağı belirtilmeksizin para getirilmesine imkan tanıyan ( Karaparanın Aklanmasına Dair) yasa çıkarıldığı da bu fezlekeler sayesinde anlaşılmış oluyor. 

Yani fezlekelerden anlaşıldığı kadarıyla görünen o ki; bizi teğet geçtiği söylenen kriz aslında tam onikiden vuracak!

Bu arada, konuyla doğrudan bir ilgisi yok ama teğet demişken aklıma başka bir geometri kuralı geldi.. Bir defa olsun kesişen çizgiler bir daha asla PARALEL olmazlar…

Sağlıcakla kalın ve hayatın tüm olumsuzlukları hepinizi teğet geçsin!